Ana içeriğe atla

19. MEKTUP (YÖNTEMBİLİM)

 

'Ne Yapmalı'nın yanı sıra 'Nasıl Yapmalı' üzerine düşünceler... 

CANIMIN İÇİ KIZIMCIM! (19)

            Bir kitap okudum, bazı şeyler değişti. Lev Vigotski’nin “Psikolojideki Krizin Tarihsel Anlamı” adlı kitabının altbaşlığı ‘Yöntembilimsel Bir İnceleme’. Kitabı okuyarak ‘Marksist psikoloji’ konusunda bilgilenmeyi umanları hayal kırıklığı bekliyor. Çünkü kitap, yazıldığı tarihte (1926) henüz ‘olmayan’ Marksist psikolojinin ‘ne olması’ gerektiği üzerine değil, ‘nasıl’ olması gerektiği üzerine bir ‘yöntembilimsel’ inceleme. Bu nedenle, aradığı şeyin “ne’liği” ötesinde “nasıl’lığı” konusunda düşünenler için ufuk açıcı.

            Lev Simonoviç Vigotski 1896’da doğmuş ve 1934’de henüz 37 yaşındayken ölmüş. Psikoloji biliminin 1800’lerin sonu, 1900’lerin başında oluşmaya başladığı düşünüldüğünde, çok önemli bir kayıp olmuş.

            Vigotski yöntembilimsel soruşturmayı şöyle tanımlıyor: “Yol gösterici olarak kabul edilmeye uygun, genellenmiş, doğrulanmış ilkeler elde etmek için, bilimlerin somut biçimleri üzerine tarihsel irdelemeden ve bu biçimlerin kuramsal çözümlemesinden yararlanır.”

            Pandemi, deprem, seçim gibi ‘düzen içi muhalefeti’ zorlayan gündemleri geride bırakan; bu süreçte ‘ayakta kalma ve savunma’ psikozunu üstünden atarak güven tazeleyen (!) sosyalist solun ‘düzen dışı muhalefeti’ düşünmeye başlamasının zamanıdır.

Aslında ‘düzen dışı muhalefet yani devrimciliğin zamanının hiç geçmemesi gerekirdi’ denilebilir ama iradenin iyimserliği her zaman aklın ve hayatın kötümserliği ile başedemeyebiliyor. Subjektif koşullar konusunda elinizden gelenin en iyisini yapsanız da objektif koşullar hükmünü icra edebiliyor.

Özeleştiri, hesap sorma/verme hususlarında ‘yeterince’ yol katedildiğini, bundan sonrasının kanırtarak ‘sado-mazo’ pratiklerine dönüşeceğini düşünenlerin, yeni bir dünyanın ‘kurucu’ fikirlerinin peşine düşmesi gerekir.  

            Vigotski’nin yöntembilimini ‘kendi gündemimize’ uyarlamaya çalışalım. (Haziran 2023)

            1-) Psikolojinin çeşitli dalları araştırmalarını geliştirmekte, somut malzeme toplamakta, bilgileri sistemleştirmekte, temel tutumları ve yasaları ifade etmekte açıkça bir dönüm noktasına varmıştır. Düz bir çizgide daha ileriye gitmenin, aynı çalışmaları sürdürmenin, artan ölçüde malzeme biriktirmenin verimsiz, hatta imkansız olduğu anlaşılıyor. Daha ileriye gitmek için bir yol seçmemiz gerekiyor. Böyle bir yöntembilimsel bunalımdan, farklı dallarda bilinçli rehberlik gereksiniminden ve –belirli bir bilgi düzeyinde- heterojen verilerin eleştirel eşgüdümünü gerçekleştirme, eşgüdümsüz yasaları bir sistem içinde düzenleme, sonuçları yorumlama ve doğrulama, yöntemleri ve temel kavramları arındırma, temel ilkeler oluşturma, tek sözcükle, bilgilerimize çekidüzen verme zorunluluğundan genel bir bilim doğuyor. (s.29)

1.1. “Marksizmi ‘genel bir bilim’ olarak daha kaç kez doğuracağız? Post’lardan, neo’lardan çektiğimiz yetmedi mi?” denilebilir. Post’suz neo’suz; Marksizmi bu güne ‘uygulamak (uyarlamak değil)’ gerekli.

1.2. Ülkemizde 1980, dünyada Sovyetlerin dağıldığı 1991’den bu yana, Marksizm ideolojik, örgütsel ve pratik anlamda çok az ‘kullanıldı’. Teorik, pratik, akademik olarak beklemeye alınan sosyalizmin, doğal olarak ‘güncel’ gelişmeleri de içeren ‘evrensel ve enternasyonal’ etkinliği azaldı. Teşbihde hata olmaz diyerek; üretimi konusunda teknik bilgilerin elimizde olduğu bir makinenin kullanım kılavuzunu kaybetmiş gibiyiz.

1.3. Değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğunu biliyoruz. Termodinamiğin ikinci yasası da değişimin ‘kaos ve düzensizliğin artışı-entropi’ yönünde gerçekleştiğini anlatıyor. Hızı artarak genişleyen evren gibi, kaos ve düzensizlik ya da gelişme ve çeşitlenme de ivmelenen bir hızla artıyor. Sadeleşme, komünalleşme, kullanım değeri bazlı tüketim kültürü vb. sürdürülebilir ya da kontrol edilebilir seçenekleri tartışmak tabiki gerekli, ancak durdurulabilir ya da durdurulması gereken bir ‘kaotikleşmeden’ söz etmiyoruz. Kaos ve düzensizlik diyen kötümserliğe değil gelişme ve çeşitlenme diyen ‘ekolojik ilericiliğe’ ihtiyacımız var (Gök kubbenin atında kaos var, koşullar mükemmel-Mao).

1.4. Teorinin grisine sığmayan hayat ağacının yeşilini savunmaktan vazgeçemeyiz. Düzen, disiplin, hiza, benzeşme gibi kavramları çok vurgulayan ‘distopik’ literatürden uzak durmalıyız. İnsanlığın evrimsel gelişimi içinde ‘potansiyel’ olarak gerçeklik kazanan ama kapitalist sistem tarafından açığa çıkması engellenen ‘imkan ve yetenekleri’ özgürleştiren bir toplumsal düzeni istiyoruz.

1.5. Yaşadığımız gezegenin içine doğduğumuz çağında, gelmiş geçmiş tüm atalarımızın tarihsel olarak biriktirdiği ‘insanlık kültürünün’ en güncellenmiş versiyonunu ‘sosyalizm’ adı altında yaşamak istiyoruz. Modernleşme yolunda ‘insanlık bayrağını’ bizden sonraki kuşaklara taşırken ‘üretken’ bir toplumsallık ve ‘tatminkar’ bir bireysellik yaşamanın imkanlarını arıyoruz. Bütün dertleri ve sorunları çözmek, bizden sonraki insanlığın yan gelip yatmasını sağlamak gibi ‘yüce’ bir misyonumuz yok. Toplumsal bir bütün içindeki kendi hayatımızı ‘anlamlı’ kılmaya çabalıyoruz. Her birey ve her kuşak kendi payına düşen ‘ölümlü dünyada’ var olmanın, payına düşen dertleri ve sorunları çözmeye çalışmanın (yani yaşamanın) peşinde olmalıdır. Bizden sonrakilere çözülmemiş dertler bırakmak, aslında onlara yaşamaya değer bir hayat bırakmaktır. ‘En büyük dert, dertlerin bitmesidir’, çünkü tüm dertleri bitiren sihirli değneğin adı ‘ölümdür’.

1.6. Diyalektik, karşıtların birliği ve zıtlığı içindeki ‘mücadelenin’ yaşamın kendisi olduğunu anlatıyor. Tez ile antitezin karşıtlığından çıkan ‘stres’ bir ‘derttir’ ve senteze ulaşarak ‘çözülür’, ama anında kendi karşıtı ile diyalektik bir zıtlığın içine düşer ve yeni bir sürecin tezi ya da antitezi haline gelir. Hayat, karşıtların birliğindeki çelişkidir ve uzun bir hayat isteyenler, birbirine eklenmiş çelişkiler zincirinin uzamasını istemektedirler.

1.7. 80’lerden bu güne, hem gezegen ölçeğinde hem de yerelde çok şey değişti. Ancak ‘değişim yasasının’ alışık olduğumuz hızı ve ritmi de çok değişti. R.Dawkins’e göre tek bir hücreden başlayarak insanda son bulan evrim serüvenimizin her bir karesini yan yana koyduğumuz bir albüm yapabilseydik ihtimal ki milyonlarca resmimiz olurdu. Albümün belirli bir kısmına bakan birisi için hiçbir değişim yaşamadan yaşayagelen bir canlı türünden söz edilebilirdi.

1.8. Evrimbilimcilerin kafasını karıştıran ve aralarındaki en ciddi anlaşmazlık konusunu oluşturan Kambriyen Patlaması (yaklaşık 540 milyon yıl önce Dünya'daki canlı çeşitliliğinde yaşanan ani artış) hala süren bir tartışmadır ve evrim karşıtlarınca istismar edilecek kadar derinleşmiştir (R.Dawkins ve Stephen J. Gould arasındaki sıçramalı-birikimsel evrim tartışması).

1.9. İnsanların ve toplumların bir birinin kopyası hayatlar sürdüğü ve değişimin yavaş yavaş birikerek gerçekleştiği dönemlerin sonuna geldik. İnsanlık kültürel, sosyal, bilimsel vb. her alanda bir ‘Kambriyen Patlaması’ yaşıyor.

Dünyadaki insan nüfusunun bir milyara ulaşması, modern insanlığın ortaya çıkışından sonra 200.000 yıldan fazla zaman aldı ve 8 milyara ulaşması sadece 219 yıl sürdü.

Türkiye’de 1955 yılında nüfusun %28,8’i (6,9 milyon) il ve ilçelerde, %71,2’si (17,1 milyon) köylerde yaşarken; günümüzde kentli nüfus %80’leri aştı. Köyler de eski köylere hiç benzemiyor.

Bir kuşak öncesine kadar aşiretlere ve kalabalık ailelere alışkın olan ülkemizde ortalama hane halkı büyüklüğü 3,17 ve ortalama çocuk sayısı 1,62; üç-dört kuşağın birarada yaşadığı hanelerden %19,4’ü tek kişilik haneye; %8’i ebeveyn olarak yalnızca anne ve çocuklardan oluşan ‘atomize’ aile yapısına evrildik.

1.10. Dünyada son otuz yılda üretilen toplam bilgi hacminin, bundan önceki 5 bin yılda üretilenden daha fazla olduğu söyleniyor. Çocukluğunda Star Wars ya da Uzay Yolu izleyene kadar ‘galaksi’ sözcüğünün anlamını bilmeyen kuşaklar James Webb teleskopunun gösterdiği evreni izliyor.

Çocukluğunda ‘maddenin bölünemeyen en küçük parçası’ olarak atomu öğrenen kuşaklar Kuantum Teorisini anlamaya çalışıyor.

Çocukluğunda elektriksiz evlerde gaz lambası altında ders çalışan kuşaklar yapay zeka programlarına bilimsel makale yazdırıyor.

Çocukluğunda transistörlü radyoya hayret eden ve içinde ‘küçük insancıklar’ arayan kuşaklar üç boyutlu yazıcı ile üretilen eti çok lezzetli buluyor.

Çocukluğunda çiçek aşısına mucize muamelesi yapanlar genetik kopyalama örneklerini öğrenmeye çalışıyor.

1.11. Fransızların “Gerçekten üniversite mezunu olmak için üç kuşağı üniversite mezunu olan bir ailenin çocuğu olmak gerekir” sözüne uygun olarak üniversite mezunu olan ilk kuşakla tanıştığımız,

Feminist Hareketin mücadelesi sonucunda tüm geleneksel bakış açılarını yerle bir eden ‘kadınla’ tanıştığımız,

Odası, oyuncağı, mahrem alanı, hobisi olmayan, geleneksel yaşam akışı içinde (devrimci ya da ailesinden ayrı büyük kentlerde üniversite okumuyorsa) karar almak zorunda bile olmayan gençler yerine; odası, özel hayatı, zevkleri ve seçimleri olan gençlerle tanıştığımız,

LGBT, çevre, barış, insan hakları gibi alanlarda çok etkili Yeni Toplumsal Hareketler ve sivil toplum kuruluşları ile tanıştığımız zamanlardayız.

1.12. Velhasıl, her şey dramatik bir hızla sıçramalı bir şekilde değişiyor. Birçok konuda ‘tarihsel bir dönemin kapandığı’ tespiti yapılıyor.  “Ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” denilerek halihazırdaki durumun yetersiz olduğu vurgulanıyor. En azından bu bağlamda Vigotski’nin yöntembilimini uygulamak ve bilgilerimize çekidüzen verme zorunluluğundan söz etmek gerekiyor.

1.13. Emekçilerin, insanların ve gezegenin yaşadığı sorunlar konusunda somut malzeme toplamakta, bilgileri sistemleştirmekte, temel tutumları ve yasaları ifade etmekte açıkça bir dönüm noktasına varılmıştır. Düz bir çizgide daha ileriye gitmenin, aynı çalışmaları sürdürmenin, artan ölçüde malzeme biriktirmenin verimsiz, hatta imkansız olduğu anlaşılıyor. Daha ileriye gitmek için bir yol seçmemiz gerekiyor.” cümlesinin gereği olarak, bu çağın gereklerini içeren “kurulabilir, uygulanabilir ve sürdürülebilir bir sosyalizm” tasarımını oluşturmak ve insanlığı ileriye götürecek ‘yol’ olarak inat ve ısrarla savunmak gerekiyor. Zaten bir ‘tasarımdan’ söz etmek, doğal olarak bir ‘tasarlayandan’ söz etmektir. Tasarıyı uygulamaya koymanın adı da ‘iktidardır’. Bu anlamda iktidardan söz etmeden sosyalizm, devrimden söz etmeden iktidar, örgütlü toplumdan bahsetmeden devrimden söz edilemez. 

1.14. Sanırım ‘devrim’ sözcüğü, en çok anlam kaymasına uğrayan sözcüklerin başında geliyor. Herkes ‘kendine göre’ devrimci! Sosyalist devrimcilik, o kadar da ‘esnek’ bir kavram olmasa gerek. Marks ve Engels’in 1848 ayaklanmaları ve 1871 Paris Komünü’nden süzdükleri halk ayaklanması, Almanya’daki kitlesel ve genel grevler, Rusya’da sovyetler, İtalya’da İşçi Konseyleri, Çin’de halk savaşı… Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve sömürücü sınıfların iktidarını yıkarak işçi sınıfının (ya da sınıflar ittifakının) iktidarının kurulması işin özünü oluşturuyor.

1.15. Seçimler yoluyla ‘iktidarın’ alındığı örneklerde de, atanmışlardan oluşan müesses nizamın ekonomik, politik, militer baskılarına ve komplolarına karşı direnebilmek için yine etkili, yaygın ve sürekli bir ‘toplumsal ve kitlesel’ desteğe ihtiyaç duyulacağı çok açık. Yunanistan’da Syriza’nın AB’nin müesses nizamına, Latin Amerika’da Şili ve Venezuela’da militer yapıya direnemeyerek rayından çıkan deneyimleri biliyoruz.

1.16. Marks ve Engels’in “Paris Komünü, özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemiyeceğini’ tanıtlamıştır.” cümlesi ile Marks’ın Kugelmann’a mektubundaki “18 Brumaire’in son bölümüne bakarsan, Fransız Devrimi’nin bir sonraki girişiminin, bugüne kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden bir başkasına aktarmaya yönelik değil, onu parçalamaya yönelik olacağını ve bunun, kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşulu olduğunu söylediğimi görürsün.” cümleleri açıkça göstermektedir ki siyasi iktidarın bir elden bir başkasına aktarılması ‘devrim’ değildir.

1.17. Tabiki fiziksel bir ‘parçalamadan’ söz edilmemektedir. İdeoloji, işlev ve işleyiş yönlerinden ‘yenisinin’ kurulduğu, eskisinin mekan, donanım, teknik imkanlar, endokrine edilmemiş alt düzey kadro imkanlarının da kullanıldığı bir ‘yeniden inşa’ faaliyeti anlaşılmalıdır.

1.18. Sonuçta ‘devrim stratejiniz’ ne olursa olsun; kitlelerde, sendikalarda ve grevlerde, sovyetlerde, komite ve konseylerde, parti ve STK’larda, velhasılı yaşamın her alanında ‘güç’ biriktirmeniz gerekiyor. Bunun anlamı ise; asimetrik ve kesintisiz bir ‘ikili iktidar sürecinin’ örgütlenmesidir.

1.19. Lenin’in ‘evrim ve devrim dönemi’ kategorizasyonunu, toplam yüz birim iktidar içeren ‘kapalı sistem’ bir siyasi evren olarak metaforlaştırırsak (sistemin kendi iç dinamiklerinin değişimini ve ‘dışarıdan’ sisteme giren etkileri yok sayarak-ceteris paribus); devrimci enerjinin sisteme ilk girişi ile 1’e 99 oranı ortaya çıkar. Bir bileşik kap gibi iktidar enerjisinin bir kaptan diğerine aktığı bir ‘dinamiğin’ artarak devamı sağlandığı takdirde biri büyüyen, diğeri küçülen ‘ikili iktidar’ görüntüsü (ve yeterince güç biriktirildiğinde ‘devrimin’ güncelliği) kaçınılmazdır.

1.20. Toplumsal ve kitlesel gücün ‘biriktirilmesinin’ örgütsel formları, biriken gücün yalnızca ‘yıkmak ve sonrasında yeniyi inşa etmek’ için mi kullanılacağı; ya da demokratik halk iktidarının ve sosyalist insan tipolojisinin nüvelerinin oluşmaya ve olgunlaşmaya (Poulantzas’ın sözleriyle ‘doğrudan ve sıradan insanların demokrasisinin’ zuhur etmeye) başladığı ‘habituslar’ olmayı başarması için gerekenleri yapmaya başlayarak ‘iktidarın bileşik kabınının’ nasıl doldurulacağı,

1.21. Askeri ve coğrafi olarak iktidarın egemenlik/hegemonya alanlarında özerk/kurtarılmış bölgeler oluşturmanın olanaksızlaştığı günümüz koşullarında, iktidarın kendini yeniden ürettiği alanlarda (kültür, ekonomi, sanat, eğitim, insan ilişkileri…) alternatif varoluş biçimleri sergileyerek ‘iktidarın hegemonyasından koparılmış işlev ve ilişki alanları’ anlamında ‘kurtarılmış alanlar’ oluşturmak; alternatif varoluş alanları oluşturma çalışması ile insanlara sorun çözme ve değiştirme güç ve yeteneğini gösteren, muhatap olduğu sorunların nedenlerine ilişkin tespitlerin (ajitasyon) yanı sıra çözüme ilişkin görüşlerini de anlatan (propaganda) bir ‘politikleşmiş alan mücadelesi’ yürütmenin imkanları,

1.22. ‘İkili iktidar sürecinin’ belirli bir gelişkinlik düzeyinden itibaren (önce siz mösyö burjuvazi!) düzenin ‘zor aygıtlarının’ ilgi alanına gireceği, bu ‘ilginin’ Fatsa Nokta Operasyonundan Sur’a yapılan müdahaleye kadar bilinen varyasyonları olduğu, devrimci mücadelenin ‘direniş’ yeteneklerinin zaman içinde ve koşullara bağlı olarak nasıl şekillenmesi gerektiği hususları… ‘devrimci siyasetin’ bilgilerine çekidüzen vermesi gereken konuları oluşturmaktadır.

 

            2-) Marks “İnsan anatomisi, kuyruksuz maymun anatomisinin anahtarıdır”… Belirli bir gelişim aşaması ve sürecin kendisi, ancak o sürecin bitim noktasını, sonucunu, gittiği yönü ve gelişerek büründüğü biçimi bildiğimiz zaman tam olarak anlaşılabilir… Yolun sonuna ulaşınca, farklı aşamaların içerdiği anlamın yanı sıra, yolun kendisini de bütünlüğü içinde daha kolay anlayabiliriz. (Sy;32)

            2.1. Tarih Bilimi, geçmişin yitip gitmesini önlemek için, onu şimdiye çekme çabasıdır. Geçmişin şimdileştirilmesi, şimdiye çekilerek saptanması, yorumlanması, yeniden kurgulanması demektir. İnsan geçmişini, yaşadıklarını düzenlemek, yorumlamak; onlarla hesaplaşmak ister. Sağlıklı anımsama geleceğe bakan anımsamadır. İnsan, geçmişiyle, geleceği yardımıyla hesaplaşır. Tarih belgelere dayanarak yazılır. Ancak, belge ‘olgu’ değildir. Belge ile olgu arasındaki olası boşluk ancak yorumla doldurulabilir. Yorumu subjektiflikten uzaklaştırmanın yolu; samimi, öğrenmeye hazır, eleştiriye açık olmaktır. Tarih, geçmişi yazarken ‘geleceğe’ de yazılır. Hayat, geçmişi ile hayat olduğuna göre, geçmişin yeni yorumları yeni gelecekleri olası kılar (A. İnam).

2.2. Yaşandığı dönemde çok ciddi ve derin ayrılıkların, tasfiyelerin konusu olan olaylar; bu günden bakınca ‘öğrenme sürecinin’ bir parçası haline gelebiliyor. ‘Suç’ dediğinizde yaptırımın konusu olan anlaşmazlıklar, ‘hata’ dediğinizde öğrenmenin konusu oluyor. (15.mektupta irdelediğimiz Ekim Devrimi, uluslararası devrim, iç savaş, kolektivizasyon konularında her iki bakış açısının da savunulabilir yanları olduğunu; bu günün doğrusunu bulmak için iki bakış açısının da zenginleştirici katkıları olduğunu konuşmuştuk.)

2.3. Örneğin, 1927’deki Parti Kongresinde %1’in altında oy alan Troçkist muhalefeti ve uzun zaman Lenin’le birlikte mücadele etmiş isimleri Nazi Gestaposu ile işbirliği içinde (faşizmin ajanı/hain) gösteren Moskova Duruşmaları ‘son tahlilde’ neye hizmet etmiştir? Kazanan ‘devrim ve sosyalizm’ mi olmuştur?

            1956 yılında Kruşçev tarafından başlatılan Destanilizasyon süreci, niyetlenildiği gibi yalnızca Stalin’i mi itibarsızlaştırdı; ya da ‘sosyalizm adına yaşadıklarımızın hepsi boşmuş’ dedirterek duygusal bir kopuşu mu tetikledi? 

2.4. Deng Xiaoping tarafından Mao döneminin muhasebesi yapılırken “Bu devrimin pratik süreci içinde ortaya çıkan hatalara ve zaaflara gelince, bunlar bütün Parti ve bütün ülke halkının görüş birliğine ulaştırmak amacıyla uygun bir zamanda tecrübeler ve dersler biçiminde özetlenmelidir. Ancak bu konuda ecele edilmemelidir.” denildi. Böylece kötülemeye değil, hatalardan dersler çıkaran bir ‘öğrenme sürecine’ vurgu yapılarak ‘duygusal travma’ engellenmeye çalışıldı.

2.5. G.Lukacs ‘Lenin’in düşüncesi ve devrimin güncelliği’ kitabında, Leninizm’i devrim döneminin Marksizm’i olarak tanımlar. Aynı Lenin ‘Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’ kitabında “Parlamenter savaşım biçimi ile parlamento-dışı savaşım biçiminin, parlamentonun boykotu ile parlamentoya katılma taktiğinin, legal ve illegal savaşım biçimlerinin birbirini izlemesi ve aynı zamanda bu biçimler arasında bulunan bağların ve ilişkilerin birbirini izlemesi, bütün bunlar şaşırtıcı, zengin bir içerikle ortaya çıkmaktaydı.” diyerek, birbirinin karşıtı gibi görünen tüm mücadele biçimlerinin devrim mücadelesinin ‘müktesebatında’ olduğunu söylemektedir.

2.6. Komintern’in 1920’de toplanan 2.Kongresi, devrim beklentisinin yüksek olduğu bu dönemde “Burjuvazinin hükümet makinasının belli başlı aygıtlarından birini oluşturan burjuva parlamentosu, tıpkı genel olarak burjuva devleti gibi, artık proletarya tarafından fethedilemez. Proletaryanın ödevi burjuvazinin hükümet makinasını, ister cumhuriyet, isterse anayasal monarşi olsun, parlamenter kurumlarıyla birlikte berhava etmekten, yok etmekten ibarettir.” derken, faşizm tehlikesinin ciddi boyutlara ulaştığı 1935 yılında “Tüm ülkelerin proletaryası burjuva demokratik özgürlükleri kazanmak için çok kan döktü ve bunları korumak için var gücüyle mücadele etmek istemesi anlaşılır bir şeydir.” demektedir.

2.7. ‘Somut koşulların nesnel tahlili’ ilkesi, koşulların çeşitlenmesi ile doğru orantılı olarak zenginleşmelidir. Durduğumuz yeri ‘doğru’ (ya da ‘normal’) kabul ettiğimizde, bizim konumumuzdan (her yöne doğru) uzaklaşıldıkça olay ve olgular yanlış olmaya (ya da anormalleşmeye) başlıyor. Yani durduğumuz yerin çapı (kuyunun ağzı, bakış açımızın genişliği, algı kapasitemiz vb.) doğru ve normalin ‘içeriğini/özünü’ belirliyor.

2.8. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer aynı; sorun/çözüm alanımızı, bakış açımızı genişletmek. Devrim ve sosyalizmin kurulması sürecindeki her ‘hatanın’ kapitalizmi mazur ve meşru göstermek için kullanıldığı, özellikle ‘insan hakları’ başlığı altında saldırılara fırsat verilmemesi gerektiği; yapıcı, teşvik edici, içeriden ve dayanışmacı eleştiri yerine doğrudan karşıtlık içeren ve uzlaşmaya kapalı çıkışların ‘son tahlilde’ karşı devrime malzeme verdiği görülüyor.

2.9. ‘Hata’dan ‘suç’a giden yolu ‘çabucak’ katedenler ve değiştirmek/düzeltmek için öğrenmek yerine, yönetmek/tasfiye etmek için suçlayanlar için yeni bir ‘dayanışma ahlakının’ etkinleştirilmesi gerekiyor.

2.10. (Örneğin) Demokratik merkeziyetçilik, aynı örgüt içinde farklı görüşlerin yaşamalarının yolu olarak en önemli ilkeler arasında olmasına rağmen, farklı düşünenlerin hemen örgütsel ayrılığı gündeme getirmeleri ve (aksi kanıtlanmadıkça iyi niyeti ve yeterliği tartışma dışı olan) yoldaşlarının çoğunlukla kabul ettiği bir görüşü ‘kolayca’ ayrılık nedeni yapmaları “tekkecilik/sekterlik”; ayrılık nedeni yapacak kadar ciddiye aldığın ‘sorunu’ yoldaşlarının çoğunluğunun anlayamadığını düşünmek “üsttencilik/kibir”; herhangi bir örgütün, tartışmanın ya da fikrin ‘azınlığı’ olamamak “büyüklük kompleksi/hadsizlik”; fikrini savunma özgürlüğün engellenmediği sürece, yoldaşlarını ikna edemediğin durumda, pratiğin seni doğrulamasını bekleyememek ve gerçeği gören iyiniyetli yoldaşlarının fikrine gereken önemi vereceğine inanmamak “paranoya/merdümgirizlik” olarak ayıplanmalı ve ‘düşkün’ ilan edilmek, sosyal hayatta ‘dışlanmak’ gibi yaptırımlar uygulanmalıdır.

 

3-) Bilimimiz, doğruluk ve bilimsellik kazandığı ölçüde Marksist olacaktır. Biz de kesinlikle onu doğru kılmak ve Marks’ın kuramıyla bağdaşır kılmak için çalışacağız… Marksist psikoloji, okullardan bir okul değildir, bilim olarak tek gerçek psikolojidir. Bundan başka bir psikoloji var olamaz. Başka türlü söylersek: Geçmişte ve günümüzde, gerçekten bilimsel olan her şey, Marksist psikolojiye aittir. Bu kavram, okul kavramından, hatta akım kavramından daha geniştir. Nerede ve kim tarafından geliştirilmiş olursa olsun, bilimsel kavramının kendisiyle örtüşür. (Sy; 244)

            3.1. ‘Şüpheden uzak ve kesin’ olan her bilim Marksisttir! Çünkü Marksizm ‘hakikatin’ yani bilimin üzerinde yükselir. Bu nedenle, Marksizm (insanlığın geldiği aşamada açıklanabilen) ‘her şeyi’ açıklayabilen bilimsel bir yöntemin adıdır. Herhangi bir konudaki ‘gerçekten bilimsel’ açıklama, Marksizmin de açıklamasıdır. “Bu konudaki Marksist bakış açısı nedir?” dendiğinde verilecek cevap “Gerçekten bilimsel cevap ne ise odur!” olmalıdır.  

3.2 Ancak, her konuda olduğu gibi bu konuda da genellemeler sorunu ‘tümüyle’ çözmüyor. Fen bilimlerinde hipotez, teori, ekol vb. düzeyinde tartışmalı alanlar; sosyal bilimlerde hemen her disiplinde süregelen tartışmalar; bilgi ve bilimin/doğru ve gerçeğin konusu, içeriği, üretimi, sunumu, kullanımı, vurgulanan yönü, zamanlamasının sınıfsal çıkarlara göre manipüle edilmesi tartışmaları bitmeyecektir, bitmemelidir.

3.3. Tek kişinin adıyla anılan icatlar ve keşifler dönemi sona erdi. Çok disiplinli ve kolektif çalışmaların ürünü olan, icattan çok inovasyon düzeyinde iyileştirmelerin birikmesi ile oluşan bilimsel ilerleme çağındayız. Ağırlıklı olarak iletişim, bilişim, kuramsal fizik gibi ciddi uzmanlık gerektiren alanlardaki ‘manipülatif ve spekülatif’ gelişmeler de kafa karıştırıyor.

3.4. Kopernik’in yeryüzünün Evren’in merkezi olmadığını, Darwin’in rastlantı sonucu ortaya çıkan gelişkin memeli bir hayvan olduğumuzu söylediğinden bu yana ‘tanrının yarattığı eşsiz bir varlık’ olmadığımız gerçeği ile kavga devam ediyor. Örneğin, modern fizikteki bazı keşiflerin, insanın uzay ve zamandaki ihmal edilebilir varlıklar değil, kozmik bir bilincin ayrılmaz parçaları olduğumuzu kanıtladığı söyleniyor.

3.5. Zamanında Rahip Berkeley’in söylediği “Dünyayı oluşturan tözlerin hiçbirinin zihin olmadan varlığı yoktur. Benim tarafımdan algılanmadığı, benim zihnimde veya yaratılmış başka bir ruhun zihninde var olmadığı takdirde ya bir varlığı yoktur ya da bir Ebedi Ruhun zihninde var olmaktadır.” sözleri, materyalistler ve ‘gerçek’ bilim tarafından yerle bir edildiği için susanlar, yeni bilimsel gelişmeleri istismar ederek akıllı tasarım, kozmik bilinç, antropik ilke vb. diyerek ‘hortlamaya’ çalışıyorlar.

3.6. Fizikçilerin yürüttüğü tartışmanın asıl konusu bu olmamakla birlikte, sözcüklerin anlamı üzerine tartışarak geçimini sağlayan ‘din bezirganları’ tarafından istismar ediliyor. Diyalektik materyalizm tarafından ortaya konulan genel ilkeleri, maddi dünyanın bizim algılarımız dışındaki somut varlığını, nedensellik ilkesinin işlerliğini tartışmaya açarak ‘kozmik bilinç’ benzeri kavramlar üzerinden tanrının varlığını kanıtladıklarını iddia ediyorlar.

3.7. Teolojik bir tartışma olarak kalması halinde kabul edilebilecek bu tartışma, ‘tanrı varsa dinler de doğrudur, o zaman tanrının sözü geçerli olmalıdır, tanrının kurduğu bu düzeni yıkmaya çalışanlar tanrıyla savaşmaktadırlar’ şeklindeki düşünce akışı yoluyla ‘afyona’ dönüştürülmekte ve sömürü düzeninin korunması için cepheye sürülmektedir.

3.8. Kuantum fiziğinin kurucuları arasında sayılan Niels Bohr “Kuantum dünyası diye bir şey yok. Yanızca soyut bir fiziksel açıklama var. Fiziğin görevinin doğanın ne olduğunu bulmak olduğunu düşünmek yanlış. Fizik, bizim doğayla ilgili neler söyleyebileceğimizle ilgilenir.” cümleleri, kuantum fiziği denilen geniş alanın kuramsal, sezgisel, hayali, matematiksel, teorik boyutları olduğunu, ‘her türlü şüpheden uzak, kesin’ bir içeriği olmadığını anlatıyor. Einstein ise “Kuantum mekaniğinin yapısına sahip bir kuramın fizikteki nihai nokta olduğunu düşünen kişilerin, ya gerçeğin uzay-zaman yerelliğini reddetmeleri ya da düşünülebilecek her türden ölçüm konusunda, sonuçların gerçek durumlardan kaynaklandığı fikrinin yerine sonuca ilişkin olasılıklar kavramını getirmeleri gerekir.” diyerek, kuantum mekaniğinin gerçekliğin eksik bir açıklaması olduğunu, kuramın ‘tam’ olmadığını, daha temel bir kuantum-altı kuramının keşfedilmeyi beklediğini söylüyor.

3.9. ‘Tartışmalı’ boyutlarının dışında, deneysel olarak saptanan ve ‘kötüye kullanılan’ birkaç örneğe bakarsak; örneğin, ışığın hem dalga hem de tanecik özelliğini bir arada taşıdığı keşfedildi. Bu dalga-parçacık ikiliğinin zihin-beyin ya da ruh-beden ikiliğini ortaya koyduğu iddiaları ortalığı kapladı. Oysaki, ‘aynı olgu’ dalga-parçacık ikiliği yerine dalga-parçacık birliği ya da dalga-parçacık sentezi olarak düşünülse ‘diyalektiğin’ konusu olurdu ve eğer Engels yaşarken keşfedilseydi ‘Doğanın Diyalektiği’ kitabında diyalektiğin kanıtları arasında, uygun koşullar altında özelliklerinden birinin görünür hale geldiği ‘çelişkili birlik’ olarak incelenebilirdi (uzay-zaman, madde-enerji gibi).

3.10. ‘Bilinemezciliğe’ geri dönüş olarak pazarlanan ‘Belirsizlik İlkesi’ bir cismin üzerine etkiyen kuvvetlerin bilinmesi halinde cismin hareketinin öngörülebileceğini, ancak kuantum düzeyinde parçacıkların konumunun ve hızının eşzamanlı olarak belirlenemeyeceğini söyler (Ölçüm için etkileşime girdiğinizde, örneğin ışık gönderdiğinizde, cismi etkilemiş olursunuz). Tartışmanın konusu: Parçacıkların konum ve momentumları doğası gereği belirsiz midir, ya da bunları eşzamanlı olarak kesin bir şekilde ölçemeyeceğimiz mi söylenmektedir. Einstein’in bu konudaki görüşü ‘meşhur’ EPR (Einstein, Podolski, Rosen) makalesinde şöyle açıklanır: Bir kaynaktan farklı yönlere doğru toplam momentumu sıfır olan iki parçacık fırlatılır. Birinin konumu belirlendiğinde diğerinin de konumu belirlenmiş olur; diğerinin momentumu belirlenirse ilkinin de momentumu ölçülmüş olur. Bu yolla, doğrudan bir ölçüm olmaksızın iki uyumsuz özellik ölçülmüş olur. Bu durumda, müdahale etmeden ölçebildiğimiz için ölçüme konu (yalnızca ölçüm ile ortaya çıktığı iddia edilen) özellikler ‘nesnel gerçeklik’ olmalıdır.

3.11. Günümüzün en ilgi çeken konusu, Eistein’ın ‘uzaktan tekinsiz etki’ dediği ‘kuantum dolanıklığı’; konum, momentum, spin ve polarizasyon gibi fiziksel özellikleri üzerinden diğer benzer parçacıklarla dolanık hale sokulan parçacıkların birbiriyle anlık olarak ve kusursuz bir şekilde iletişim kurabilecek şekilde bağlı olduğu anlamına gelmektedir. Işıktan daha hızlı mesaj ve bilgi ileten ‘kuantum dolanıklığı’ klasik fiziğin yerellik ilkesini (şeylerin birbirlerinin etkilemeleri için -neden/sonuç ilişkisi- temas ve etkileşim içinde olmaları gerekir) ihlal etmektedir. Bir düşünce deneyi olarak tasarlanan dolanıklık konusunun Bell Deneyleri ile kanıtlandığı söylenmektedir. Deneylerin verimliliği ve geçerliliği konusunda tartışmalar olsa da genel olarak sonuçlar kabul edilmektedir. Yine de tartışmalar sürmektedir: İstatistiksel sonuçlardan çıkarımlar yapılarak sonuçlara ulaşıldığı, verilerin yerelliğin olmamasını gerektirmediği ve kuantum mekaniğinin yerel bir versiyonunun geliştirilebilme olasılığının ortadan kalkmadığı, ışıkötesi etkiler doğrudan deneylerde gözleninceye kadar yerel bir versiyon aramaktan vazgeçilmemesi gerektiği, asıl sorunun kuantum mekaniğinden daha derinde yatan ve yerelliği kaçınılmaz olarak ihlal edecek henüz keşfedilmemiş bir kuramın olup olmadığı tartımaları sürmektedir.

3.12. Bütün bu bilimsel keşifler üzerinden yaratılan toz bulutundan çıkıldığında ilk görünen gerçek şudur ki insan bilincinin dışında makro ve mikro düzeyde madde dediğimiz somut gerçeklik vardır (Bilgibilimsel olarak madde kavramı, insan bilincinden bağımsız bir varlığa sahip olmanın ve bilincin yansıttığı nesnel gerçeklik olmanın ötesinde hiçbir anlam taşımaz-Lenin). Gerçeklik bizim duyularımızla algıladığımız somut nesneler kadar duyularımızla algılayamadığımız ilişkileri de kapsar. Marksist bilgibilim kuramında “insanın bu gerçekliğin tümünün bilgisine sahip olacağı” söylenmiyor. Aksine, mutlak (her zaman ve durumda geçerli) gerçek olmadığı, değişim yasasının çarkında öğütülen gerçekliğin yeniden ve yeniden keşfedilmesi gerektiği anlatılıyor.

3.13. Kuramsal ve deneysel fiziğin keşfettiği atomaltı parçacıklar da insan bilincinden bağımsız maddedirler (E=mc² denkleminin kanıtladığı üzere madde ve enerji birbirine dönüşebilen iki maddi formdur). Eşanlı ölçüm zorlukları nedeniyle ‘aşılamaz’ belirsizlikler olsa da, ölçüm sonucunda ‘kesin’ sonuçların değil de ancak değişik değerlerin hangi olasılıklarla elde edilebileceği bilgisine ulaşılabilmesi mümkün olsa da ‘insan zihninden bağımsız’ bir maddi dünya mikro ve makro ölçekte vardır. Aralarındaki ilişkilerin yasaları, bizim ‘ölçüm’ müdahalelerimizin bu ilişkileri etkilemesi ve varoluşlarındaki ‘çelişkili birliğin’ bir yönünü görünür hale getirmesi (Schrödinger’in kedisinin olası gerçekliklerden birine çökmesi), yerellik ilkesini zorlayan ilişki geliştirme ihtimalleri bu gerçeği değiştirmez.

3.14. Klasik (atom-üstü) fiziğin tarihsel gelişiminin de çok ciddi tartışmalar ve karşıtlıklar içinden geliştiği, kuantum fiziğinin henüz ‘oluşum’ aşamasında olduğu ve deneysel olanakların kısıtlılığı nedeniyle ‘kuramsal’ boyutunun baskın olduğu bir aşamayı yaşadığımız açıktır. Genel görelilik kuramı, atomik boyutların fiziğini açıklayan kuantum mekaniğini açıklayamıyor. Ama birçok bilimci bunu doğal bir sınır olarak görmüyor ve gelecekte genel göreliliğin kuantum teorisini de tutarlı bir şekilde açıklayan ‘herşeyin teorisine’ ulaşılacağını düşünüyor (Örneğin Sicim Kuramı çalışmaları).

3.15. Kuantum fiziğin gözlemleri ne kadar ‘tuhaf’ olsa da bu özelliklerin makro düzeydeki evreni de etkilediği ve tuhaflaştırdığı yolunda ‘somut’ hiçbir bulgu yoktur. Evrenin ışık hızından da hızlı genişlediği bilgisi, bizim fiziksel yasalarımızın ‘gözlenebilir evrenimiz’ dışında ‘başka fiziksel yasaların’ geçerli olduğunu düşündürse de elimizdeki işe yarar ‘doğa yasalarını’ çöpe atmayı gerektirmiyor. Ayrıca, ışıktan hızlı genişleyen evrenin sınırlarına (ışık hızına ulaşsak bile) asla ulaşamayacağımız açıktır. Bu durumda ‘bilinemezcilik’ için kuantum dünyasına gerek de yoktur; evreni de ‘tümüyle’ bilemeyiz.

3.16. Sibernetik, nörobilim, yapay zeka vb. tartışmaları da ‘özgür iradenin’ varlığını tartışmaya açıyor. İnsan beyninin ‘çalışma dinamiklerini’ taklit ederek geliştirilen ‘sibernetik’ bilimi sayesinde üretilen bilgisayar teknolojisinin gelişmiş versiyonlarına bakıp da ‘ama beyin de böyle çalışıyor, demek ki özgür irade yok’ demek, iradenin varlığını değil ama ‘etkin kullanımının’ bazen olmayabildiğini kanıtlıyor! Epigenetik, kalıtımsal olup genetik olmayan fenotipik varyasyonları inceliyor. Bu değişiklikler hücreyi ya da organizmayı doğrudan etkiliyor ancak, DNA’yı değiştirmiyor. Marks’ın Feuerbach Üzerine altıncı tezindeki “insanın özü, tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz, kendi gerçekliği içinde, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” tespiti bir kez daha doğrulanıyor ve ‘insan’ olmanın her zaman belli bir sosyal ve tarihsel oluşum içinde mümkün olduğu tescil ediliyor.

3.17. Pozitif bilimler, sınıfsal ya da konjonktürel nedenlerle manipule edilmediğinde, ‘diyalektik maddeci’ yöntemi doğrulamaktadır. Çok disiplinli, karmaşık ve uzmanlık gerektiren bilimsel bulguları; işin içine sezgi, matematik gibi soyutlukları monte ederek ‘yorum’ yoluyla değiştiren ‘hakikat bükücülerine’ karşı mücadele de ideolojik mücadele cephesinin önemli bir mevzisidir. Sonuç olarak; atomun altında ya da üstünde bilmediğimiz şeyler olması, ışık hızının ihlal edilebilir olması (hipotetik ‘katyonlar’ gibi), dolanık parçacıkların anlık etkileşmeleri ve hatta Tanrı’nın varlığı vb. doğru da olsa ‘eşitsizlik ve sömürü’ aklanamaz.

3.18. Daha az belirli ve ‘bükülmeye’ daha uygun sosyal bilimler alanı ise ‘tarihsel materyalizmin’ ışığıyla gerçek sınıfsal, toplumsal, tarihsel içeriğine kavuşur. İdeolojinizin kurucu ‘ustalarının’ fikirlerine ‘dışarıdan’ muhalefete cevaz veremezsiniz. Ya ikna edici cevaplar vereceksiniz, ya ‘esasa müteallik olmayan’ hataları düzelteceksiniz, ya da kendinize başka bir ‘kurucu mecra’ bulacaksınız veya yaratacaksınız. Ancak, kurucu fikirleri farklı zamanlarda farklı koşullara uygulamaya çalışan haleflerin her fikir ve eylemini kabul etmek ve savunmak zorunda değilsiniz. Marksist Leninist bir sosyalistin ‘mutlaka ve yalnızca’ Stanilist olması ve Stalin ile anlaşmazlık yaşayan diğer devrimci önderleri ‘tümüyle’ dışlaması gerekmez. Ya da Troçkist olup tam tersini yapmak gerekmez. Marksizm Leninizm’in güncele uygulanmasında; şu konuda Stalin’in fikirlerini, bu konuda Troçki’nin fikirlerini tercih edebilirsiniz. Bu ve benzeri isimlerin ‘müktesebatına’ tümüyle kapalı ya da tümüyle açık olmak zorunluluğu olmamalıdır. Enternasyonal ve ulusal önderlerin farklı konulardaki fikirlerinden farklı ‘fikir zincirleri’ oluşturulabilir. Örneğin, uluslararası devrim konusunda Marksist-Leninist-Troçkist bir ‘fikir zincirini’ savunurken, ulusların kaderini tayin hakkı konusunda M-L-Stalinist, kültür devrimi konusunda M-L-Maoist, sanayi ve tarım politikalarında M-L-Buharinist bir zincir savunulabilir.

3.19. Benzer bir yaklaşım postmarksizm, neomarksizm etiketleri altında yaftalanan fikirler için de geçerlidir. Fikirlerden çok ‘telif hakkına sahip’ isimlere göre yapılan değerlendirmeler fikir dünyamızı sığlaştırıyor.

3.20. Tarihsel materyalizm, tarihi, sınıflar mücadelesi, altyapının üstyapı üzerindeki belirlenimi ve karşılıklı etkileşimi üzerinden açıklar. Post ya da neomarksist akımlar ise; sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının merkezi konumunun bittiği, kültür/kimlik temelli yeni toplumsal hareketler ve sivil toplum gibi birbiriyle benzeşmeyen öznelerin mücadelesini temel alıyorlar.

3.21. Marx’ın “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan verili olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” tespitindeki ‘koşullar’ kavramının yarattığı geniş (ve sürekli genişleyen) alan; Feuerbach Üzerine Tezlerindeki “… koşulların değişmesi ile insan etkinliğinin örtüşmesi ancak devrimci pratik olarak kavranıp doğru olarak anlaşılabilir” önermesindeki ‘özneleşme’ süreci; Engels’in altyapı-üstyapı diyalektiğini anlatırken ‘çubuğu altyapıya doğru fazla büktükleri’ beyanı birlikte değerlendirildiğinde; post/neo Marksizmin “yapısalcılık-yapısökümcülük, birey-özne, dil-söylem, sınıf-devlet, idedoloji-hegemonya, çokluk-çoğulculuk” gibi yaklaşımlarının ‘kullanışlı’ olduğu alanların mutlaka bulunabileceği düşünülmelidir.

3.22. Ayrıca, ‘insanın tüm gizil yeteneklerini sonuna kadar geliştirilebileceği’ bir düzende, ‘kişisel olan politiktir’ sözünün rehberliğinde toplumsal yaşam, kültür, boş zaman, sanat ve mimari, tüketim, çevrecilik, feminizm, etnik farklılık, yerel demokrasi gibi konularda ‘derinleşmek’ gerektiği açıktır. Bu bağlamda, herhangi bir ‘fikir ve düşünce odağına’ kategorik olarak kapalı olmak rasyonel değildir.

Örnek olarak; bir arkadaşımın ‘Neoliberal Kent’ konulu yüksek lisans çalışmasında; Devletin işlevleri (Poulantzas), hegemonya (Gramsci, Mouffe, Zizek), kent ve sermaye (Harvey), tüketim kültürü ve hizmet sektörü (Eagleton), habitus (Bourdieu), yapılı mekan (Lefebvre), iktidarın ideolojik nesnesi ve güvenlik düzeneği (Foucault) konuları birlikte irdelenmiştir. Çalışmanın ‘yamalı bohça, eklektik bilgi yığını, lafazanlık’ mı olacağı, yoksa ‘çok katmanlı, çok boyutlu, kaostaki dengeyi yakalayan nitelikli bir çalışma’ mı olacağı tümüyle müellifine bağlıdır (Bizim örneğimiz çok başarılıydı)).

Bu blogdaki popüler yayınlar

1. MEKTUP ('HER ŞEY' HAKKINDA)

Gezi Direnişi sırasında 13 yaşında olan Elif'in 'her şey' hakkında merakını gidermek ama 'her şey' hakkında gerçekten merak yaratmak amacıyla yazıldı...  

18. MEKTUP (ÜTOPYALAR GERÇEK Mİ?)

                                                         Anlatılanların 'makul, meşru ve mümkün' olduğunu somutlamak için yazıldı...