'Ne Yapmalı'nın yanı sıra 'Nasıl Yapmalı' üzerine düşünceler...
CANIMIN İÇİ KIZIMCIM! (19)
Bir kitap okudum, bazı şeyler değişti. Lev Vigotski’nin “Psikolojideki Krizin Tarihsel Anlamı” adlı kitabının altbaşlığı ‘Yöntembilimsel Bir İnceleme’. Kitabı okuyarak ‘Marksist psikoloji’ konusunda bilgilenmeyi umanları hayal kırıklığı bekliyor. Çünkü kitap, yazıldığı tarihte (1926) henüz ‘olmayan’ Marksist psikolojinin ‘ne olması’ gerektiği üzerine değil, ‘nasıl’ olması gerektiği üzerine bir ‘yöntembilimsel’ inceleme. Bu nedenle, aradığı şeyin “ne’liği” ötesinde “nasıl’lığı” konusunda düşünenler için ufuk açıcı.
Lev
Simonoviç Vigotski 1896’da doğmuş ve 1934’de henüz 37 yaşındayken ölmüş. Psikoloji
biliminin 1800’lerin sonu, 1900’lerin başında oluşmaya başladığı
düşünüldüğünde, çok önemli bir kayıp olmuş.
Vigotski
yöntembilimsel soruşturmayı şöyle tanımlıyor: “Yol gösterici olarak kabul edilmeye
uygun, genellenmiş, doğrulanmış ilkeler elde etmek için, bilimlerin somut
biçimleri üzerine tarihsel irdelemeden ve bu biçimlerin kuramsal
çözümlemesinden yararlanır.”
Pandemi,
deprem, seçim gibi ‘düzen içi muhalefeti’ zorlayan gündemleri geride bırakan;
bu süreçte ‘ayakta kalma ve savunma’ psikozunu üstünden atarak güven tazeleyen
(!) sosyalist solun ‘düzen dışı muhalefeti’ düşünmeye başlamasının zamanıdır.
Aslında ‘düzen dışı
muhalefet yani devrimciliğin zamanının hiç geçmemesi gerekirdi’ denilebilir ama
iradenin iyimserliği her zaman aklın ve hayatın kötümserliği ile
başedemeyebiliyor. Subjektif koşullar konusunda elinizden gelenin en iyisini
yapsanız da objektif koşullar hükmünü icra edebiliyor.
Özeleştiri, hesap
sorma/verme hususlarında ‘yeterince’ yol katedildiğini, bundan sonrasının
kanırtarak ‘sado-mazo’ pratiklerine dönüşeceğini düşünenlerin, yeni bir
dünyanın ‘kurucu’ fikirlerinin peşine düşmesi gerekir.
Vigotski’nin
yöntembilimini ‘kendi gündemimize’ uyarlamaya çalışalım. (Haziran 2023)
1-) Psikolojinin
çeşitli dalları araştırmalarını geliştirmekte, somut malzeme toplamakta,
bilgileri sistemleştirmekte, temel tutumları ve yasaları ifade etmekte açıkça
bir dönüm noktasına varmıştır. Düz bir çizgide daha ileriye gitmenin, aynı
çalışmaları sürdürmenin, artan ölçüde malzeme biriktirmenin verimsiz, hatta
imkansız olduğu anlaşılıyor. Daha ileriye gitmek için bir yol seçmemiz
gerekiyor. Böyle bir yöntembilimsel bunalımdan, farklı dallarda bilinçli
rehberlik gereksiniminden ve –belirli bir bilgi düzeyinde- heterojen verilerin
eleştirel eşgüdümünü gerçekleştirme, eşgüdümsüz yasaları bir sistem içinde
düzenleme, sonuçları yorumlama ve doğrulama, yöntemleri ve temel kavramları
arındırma, temel ilkeler oluşturma, tek sözcükle, bilgilerimize çekidüzen verme
zorunluluğundan genel bir bilim doğuyor. (s.29)
1.1.
“Marksizmi
‘genel bir bilim’ olarak daha kaç kez doğuracağız? Post’lardan, neo’lardan
çektiğimiz yetmedi mi?” denilebilir. Post’suz neo’suz; Marksizmi bu güne
‘uygulamak (uyarlamak değil)’ gerekli.
1.2.
Ülkemizde
1980, dünyada Sovyetlerin dağıldığı 1991’den bu yana, Marksizm ideolojik,
örgütsel ve pratik anlamda çok az ‘kullanıldı’. Teorik, pratik, akademik olarak
beklemeye alınan sosyalizmin, doğal olarak ‘güncel’ gelişmeleri de içeren
‘evrensel ve enternasyonal’ etkinliği azaldı. Teşbihde hata olmaz diyerek;
üretimi konusunda teknik bilgilerin elimizde olduğu bir makinenin kullanım
kılavuzunu kaybetmiş gibiyiz.
1.3.
Değişmeyen
tek şeyin değişim yasası olduğunu biliyoruz. Termodinamiğin ikinci yasası da
değişimin ‘kaos ve düzensizliğin artışı-entropi’ yönünde gerçekleştiğini
anlatıyor. Hızı artarak genişleyen evren gibi, kaos ve düzensizlik ya da
gelişme ve çeşitlenme de ivmelenen bir hızla artıyor. Sadeleşme, komünalleşme,
kullanım değeri bazlı tüketim kültürü vb. sürdürülebilir ya da kontrol
edilebilir seçenekleri tartışmak tabiki gerekli, ancak durdurulabilir ya da
durdurulması gereken bir ‘kaotikleşmeden’ söz etmiyoruz. Kaos ve düzensizlik
diyen kötümserliğe değil gelişme ve çeşitlenme diyen ‘ekolojik ilericiliğe’
ihtiyacımız var (Gök kubbenin atında kaos var, koşullar mükemmel-Mao).
1.4.
Teorinin
grisine sığmayan hayat ağacının yeşilini savunmaktan vazgeçemeyiz. Düzen,
disiplin, hiza, benzeşme gibi kavramları çok vurgulayan ‘distopik’ literatürden
uzak durmalıyız. İnsanlığın evrimsel gelişimi içinde
‘potansiyel’ olarak gerçeklik kazanan ama kapitalist sistem tarafından açığa
çıkması engellenen ‘imkan ve yetenekleri’ özgürleştiren bir toplumsal düzeni
istiyoruz.
1.5.
Yaşadığımız
gezegenin içine doğduğumuz çağında, gelmiş geçmiş tüm atalarımızın tarihsel
olarak biriktirdiği ‘insanlık kültürünün’ en güncellenmiş versiyonunu
‘sosyalizm’ adı altında yaşamak istiyoruz. Modernleşme yolunda ‘insanlık bayrağını’
bizden sonraki kuşaklara taşırken ‘üretken’ bir toplumsallık ve ‘tatminkar’ bir
bireysellik yaşamanın imkanlarını arıyoruz. Bütün dertleri ve sorunları çözmek,
bizden sonraki insanlığın yan gelip yatmasını sağlamak gibi ‘yüce’ bir
misyonumuz yok. Toplumsal bir bütün içindeki kendi hayatımızı ‘anlamlı’ kılmaya
çabalıyoruz. Her birey ve her kuşak kendi payına düşen ‘ölümlü dünyada’ var
olmanın, payına düşen dertleri ve sorunları çözmeye çalışmanın (yani yaşamanın)
peşinde olmalıdır. Bizden sonrakilere çözülmemiş dertler bırakmak, aslında
onlara yaşamaya değer bir hayat bırakmaktır. ‘En büyük dert, dertlerin
bitmesidir’, çünkü tüm dertleri bitiren sihirli değneğin adı ‘ölümdür’.
1.6.
Diyalektik,
karşıtların birliği ve zıtlığı içindeki ‘mücadelenin’ yaşamın kendisi olduğunu
anlatıyor. Tez ile antitezin karşıtlığından çıkan ‘stres’ bir ‘derttir’ ve
senteze ulaşarak ‘çözülür’, ama anında kendi karşıtı ile diyalektik bir
zıtlığın içine düşer ve yeni bir sürecin tezi ya da antitezi haline gelir.
Hayat, karşıtların
birliğindeki çelişkidir ve uzun bir hayat isteyenler, birbirine eklenmiş
çelişkiler zincirinin uzamasını istemektedirler.
1.7.
80’lerden
bu güne, hem gezegen ölçeğinde hem de yerelde
çok şey değişti. Ancak ‘değişim yasasının’ alışık olduğumuz hızı ve ritmi de
çok değişti. R.Dawkins’e göre tek bir hücreden başlayarak insanda son bulan
evrim serüvenimizin her bir karesini yan yana koyduğumuz bir albüm
yapabilseydik ihtimal ki milyonlarca resmimiz olurdu. Albümün belirli bir
kısmına bakan birisi için hiçbir değişim yaşamadan yaşayagelen bir canlı
türünden söz edilebilirdi.
1.8.
Evrimbilimcilerin
kafasını karıştıran ve aralarındaki en ciddi anlaşmazlık konusunu oluşturan
Kambriyen Patlaması (yaklaşık 540 milyon yıl önce Dünya'daki canlı
çeşitliliğinde yaşanan ani artış) hala süren bir tartışmadır ve evrim
karşıtlarınca istismar edilecek kadar derinleşmiştir (R.Dawkins ve Stephen J.
Gould arasındaki sıçramalı-birikimsel evrim tartışması).
1.9.
İnsanların
ve toplumların bir birinin kopyası hayatlar sürdüğü ve değişimin yavaş yavaş
birikerek gerçekleştiği dönemlerin sonuna geldik. İnsanlık kültürel, sosyal,
bilimsel vb. her alanda bir ‘Kambriyen Patlaması’ yaşıyor.
Dünyadaki insan nüfusunun bir milyara
ulaşması, modern insanlığın ortaya çıkışından sonra 200.000 yıldan fazla zaman
aldı ve 8 milyara ulaşması sadece 219 yıl sürdü.
Türkiye’de 1955 yılında nüfusun %28,8’i (6,9
milyon) il ve ilçelerde, %71,2’si (17,1 milyon) köylerde yaşarken; günümüzde
kentli nüfus %80’leri aştı. Köyler de eski köylere hiç benzemiyor.
Bir kuşak
öncesine kadar aşiretlere ve kalabalık ailelere alışkın olan ülkemizde ortalama
hane halkı büyüklüğü 3,17 ve ortalama çocuk sayısı 1,62; üç-dört kuşağın
birarada yaşadığı hanelerden %19,4’ü tek kişilik haneye; %8’i ebeveyn olarak
yalnızca anne ve çocuklardan oluşan ‘atomize’ aile yapısına evrildik.
1.10. Dünyada son otuz yılda
üretilen toplam bilgi hacminin, bundan önceki 5 bin yılda üretilenden daha
fazla olduğu söyleniyor. Çocukluğunda Star Wars ya da Uzay Yolu izleyene kadar
‘galaksi’ sözcüğünün anlamını bilmeyen kuşaklar James Webb teleskopunun
gösterdiği evreni izliyor.
Çocukluğunda ‘maddenin bölünemeyen en
küçük parçası’ olarak atomu öğrenen kuşaklar Kuantum Teorisini anlamaya
çalışıyor.
Çocukluğunda elektriksiz evlerde gaz
lambası altında ders çalışan kuşaklar yapay zeka programlarına bilimsel makale
yazdırıyor.
Çocukluğunda transistörlü radyoya hayret
eden ve içinde ‘küçük insancıklar’ arayan kuşaklar üç boyutlu yazıcı ile
üretilen eti çok lezzetli buluyor.
Çocukluğunda çiçek aşısına mucize
muamelesi yapanlar genetik kopyalama örneklerini öğrenmeye çalışıyor.
1.11.
Fransızların
“Gerçekten üniversite mezunu olmak için üç kuşağı üniversite mezunu olan bir
ailenin çocuğu olmak gerekir” sözüne uygun olarak üniversite mezunu olan ilk
kuşakla tanıştığımız,
Feminist Hareketin mücadelesi sonucunda
tüm geleneksel bakış açılarını yerle bir eden ‘kadınla’ tanıştığımız,
Odası, oyuncağı, mahrem alanı, hobisi
olmayan, geleneksel yaşam akışı içinde (devrimci ya da ailesinden ayrı büyük
kentlerde üniversite okumuyorsa) karar almak zorunda bile olmayan gençler
yerine; odası, özel hayatı, zevkleri ve seçimleri olan gençlerle tanıştığımız,
LGBT, çevre, barış, insan hakları gibi
alanlarda çok etkili Yeni Toplumsal Hareketler ve sivil toplum kuruluşları ile
tanıştığımız zamanlardayız.
1.12.
Velhasıl,
her şey dramatik bir hızla sıçramalı bir şekilde değişiyor. Birçok konuda
‘tarihsel bir dönemin kapandığı’ tespiti yapılıyor. “Ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni
şeyler söylemek lazım” denilerek halihazırdaki durumun yetersiz olduğu
vurgulanıyor. En azından bu bağlamda Vigotski’nin yöntembilimini uygulamak ve bilgilerimize
çekidüzen verme zorunluluğundan söz etmek gerekiyor.
1.13.
Emekçilerin,
insanların ve gezegenin yaşadığı sorunlar konusunda “somut malzeme toplamakta, bilgileri sistemleştirmekte,
temel tutumları ve yasaları ifade etmekte açıkça bir dönüm noktasına varılmıştır.
Düz bir çizgide daha ileriye gitmenin, aynı çalışmaları sürdürmenin, artan
ölçüde malzeme biriktirmenin verimsiz, hatta imkansız olduğu anlaşılıyor. Daha
ileriye gitmek için bir yol seçmemiz gerekiyor.” cümlesinin
gereği olarak, bu çağın gereklerini içeren “kurulabilir, uygulanabilir ve
sürdürülebilir bir sosyalizm” tasarımını oluşturmak ve insanlığı ileriye
götürecek ‘yol’ olarak inat ve ısrarla savunmak gerekiyor. Zaten bir
‘tasarımdan’ söz etmek, doğal olarak bir ‘tasarlayandan’ söz etmektir. Tasarıyı
uygulamaya koymanın adı da ‘iktidardır’. Bu anlamda iktidardan söz etmeden
sosyalizm, devrimden söz etmeden iktidar, örgütlü toplumdan bahsetmeden
devrimden söz edilemez.
1.14.
Sanırım
‘devrim’ sözcüğü, en çok anlam kaymasına uğrayan sözcüklerin başında geliyor.
Herkes ‘kendine göre’ devrimci! Sosyalist devrimcilik, o kadar da ‘esnek’ bir
kavram olmasa gerek. Marks ve Engels’in 1848 ayaklanmaları ve 1871 Paris
Komünü’nden süzdükleri halk ayaklanması, Almanya’daki kitlesel ve genel
grevler, Rusya’da sovyetler, İtalya’da İşçi Konseyleri, Çin’de halk savaşı…
Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve sömürücü sınıfların iktidarını
yıkarak işçi sınıfının (ya da sınıflar ittifakının) iktidarının kurulması işin
özünü oluşturuyor.
1.15.
Seçimler
yoluyla ‘iktidarın’ alındığı örneklerde de, atanmışlardan oluşan müesses
nizamın ekonomik, politik, militer baskılarına ve komplolarına karşı direnebilmek
için yine etkili, yaygın ve sürekli bir ‘toplumsal ve kitlesel’ desteğe ihtiyaç
duyulacağı çok açık. Yunanistan’da Syriza’nın AB’nin müesses nizamına, Latin
Amerika’da Şili ve Venezuela’da militer yapıya direnemeyerek rayından çıkan
deneyimleri biliyoruz.
1.16.
Marks
ve Engels’in “Paris Komünü, özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının hazır bir
devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemiyeceğini’
tanıtlamıştır.” cümlesi ile Marks’ın Kugelmann’a mektubundaki “18 Brumaire’in
son bölümüne bakarsan, Fransız Devrimi’nin bir sonraki girişiminin, bugüne
kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden bir başkasına
aktarmaya yönelik değil, onu parçalamaya yönelik olacağını ve bunun, kıtadaki
her gerçek halk devriminin ön koşulu olduğunu söylediğimi görürsün.” cümleleri
açıkça göstermektedir ki siyasi iktidarın bir elden bir başkasına aktarılması
‘devrim’ değildir.
1.17.
Tabiki
fiziksel bir ‘parçalamadan’ söz edilmemektedir. İdeoloji, işlev ve işleyiş
yönlerinden ‘yenisinin’ kurulduğu, eskisinin mekan, donanım, teknik imkanlar,
endokrine edilmemiş alt düzey kadro imkanlarının da kullanıldığı bir ‘yeniden
inşa’ faaliyeti anlaşılmalıdır.
1.18.
Sonuçta
‘devrim stratejiniz’ ne olursa olsun; kitlelerde, sendikalarda ve grevlerde,
sovyetlerde, komite ve konseylerde, parti ve STK’larda, velhasılı yaşamın her
alanında ‘güç’ biriktirmeniz gerekiyor. Bunun anlamı ise; asimetrik ve
kesintisiz bir ‘ikili iktidar sürecinin’ örgütlenmesidir.
1.19.
Lenin’in
‘evrim ve devrim dönemi’ kategorizasyonunu, toplam yüz birim iktidar içeren
‘kapalı sistem’ bir siyasi evren olarak metaforlaştırırsak (sistemin kendi iç
dinamiklerinin değişimini ve ‘dışarıdan’ sisteme giren etkileri yok
sayarak-ceteris paribus); devrimci enerjinin sisteme ilk girişi ile 1’e 99
oranı ortaya çıkar. Bir bileşik kap gibi iktidar enerjisinin bir kaptan
diğerine aktığı bir ‘dinamiğin’ artarak devamı sağlandığı takdirde biri
büyüyen, diğeri küçülen ‘ikili iktidar’ görüntüsü (ve yeterince güç
biriktirildiğinde ‘devrimin’ güncelliği) kaçınılmazdır.
1.20.
Toplumsal
ve kitlesel gücün ‘biriktirilmesinin’ örgütsel formları, biriken gücün yalnızca
‘yıkmak ve sonrasında yeniyi inşa etmek’ için mi kullanılacağı; ya da
demokratik halk iktidarının ve sosyalist insan tipolojisinin nüvelerinin oluşmaya
ve olgunlaşmaya (Poulantzas’ın sözleriyle ‘doğrudan ve sıradan insanların
demokrasisinin’ zuhur etmeye) başladığı ‘habituslar’ olmayı başarması için
gerekenleri yapmaya başlayarak ‘iktidarın bileşik kabınının’ nasıl
doldurulacağı,
1.21. Askeri ve coğrafi olarak iktidarın
egemenlik/hegemonya alanlarında özerk/kurtarılmış bölgeler oluşturmanın
olanaksızlaştığı günümüz koşullarında, iktidarın kendini yeniden ürettiği
alanlarda (kültür, ekonomi, sanat, eğitim, insan ilişkileri…) alternatif
varoluş biçimleri sergileyerek ‘iktidarın hegemonyasından koparılmış işlev ve
ilişki alanları’ anlamında ‘kurtarılmış alanlar’ oluşturmak; alternatif varoluş
alanları oluşturma çalışması ile insanlara sorun çözme ve değiştirme güç ve
yeteneğini gösteren, muhatap olduğu sorunların nedenlerine ilişkin tespitlerin
(ajitasyon) yanı sıra çözüme ilişkin görüşlerini de anlatan (propaganda) bir ‘politikleşmiş
alan mücadelesi’ yürütmenin imkanları,
1.22.
‘İkili
iktidar sürecinin’ belirli bir gelişkinlik düzeyinden itibaren (önce siz mösyö
burjuvazi!) düzenin ‘zor aygıtlarının’ ilgi alanına gireceği, bu ‘ilginin’
Fatsa Nokta Operasyonundan Sur’a yapılan müdahaleye kadar bilinen varyasyonları
olduğu, devrimci mücadelenin ‘direniş’ yeteneklerinin zaman içinde ve koşullara
bağlı olarak nasıl şekillenmesi gerektiği hususları… ‘devrimci siyasetin’ bilgilerine çekidüzen vermesi gereken konuları
oluşturmaktadır.
2-) Marks “İnsan anatomisi, kuyruksuz maymun
anatomisinin anahtarıdır”… Belirli bir gelişim aşaması ve sürecin kendisi,
ancak o sürecin bitim noktasını, sonucunu, gittiği yönü ve gelişerek büründüğü
biçimi bildiğimiz zaman tam olarak anlaşılabilir… Yolun sonuna ulaşınca, farklı
aşamaların içerdiği anlamın yanı sıra, yolun kendisini de bütünlüğü içinde daha
kolay anlayabiliriz. (Sy;32)
2.1.
Tarih
Bilimi, geçmişin yitip gitmesini önlemek için, onu şimdiye çekme çabasıdır.
Geçmişin şimdileştirilmesi, şimdiye çekilerek saptanması, yorumlanması, yeniden
kurgulanması demektir. İnsan geçmişini, yaşadıklarını düzenlemek, yorumlamak;
onlarla hesaplaşmak ister. Sağlıklı anımsama geleceğe bakan anımsamadır. İnsan,
geçmişiyle, geleceği yardımıyla hesaplaşır. Tarih belgelere dayanarak yazılır.
Ancak, belge ‘olgu’ değildir. Belge ile olgu arasındaki olası boşluk ancak
yorumla doldurulabilir. Yorumu subjektiflikten uzaklaştırmanın yolu; samimi,
öğrenmeye hazır, eleştiriye açık olmaktır. Tarih, geçmişi yazarken ‘geleceğe’
de yazılır. Hayat, geçmişi ile hayat olduğuna göre, geçmişin yeni yorumları
yeni gelecekleri olası kılar (A. İnam).
2.2.
Yaşandığı
dönemde çok ciddi ve derin ayrılıkların, tasfiyelerin konusu olan olaylar; bu
günden bakınca ‘öğrenme sürecinin’ bir parçası haline gelebiliyor. ‘Suç’
dediğinizde yaptırımın konusu olan anlaşmazlıklar, ‘hata’ dediğinizde
öğrenmenin konusu oluyor. (15.mektupta irdelediğimiz Ekim Devrimi, uluslararası
devrim, iç savaş, kolektivizasyon konularında her iki bakış açısının da
savunulabilir yanları olduğunu; bu günün doğrusunu bulmak için iki bakış
açısının da zenginleştirici katkıları olduğunu konuşmuştuk.)
2.3.
Örneğin,
1927’deki Parti Kongresinde %1’in altında oy alan Troçkist muhalefeti ve uzun
zaman Lenin’le birlikte mücadele etmiş isimleri Nazi Gestaposu ile işbirliği
içinde (faşizmin ajanı/hain) gösteren Moskova Duruşmaları ‘son tahlilde’ neye
hizmet etmiştir? Kazanan ‘devrim ve sosyalizm’ mi olmuştur?
1956 yılında Kruşçev
tarafından başlatılan Destanilizasyon süreci, niyetlenildiği gibi yalnızca
Stalin’i mi itibarsızlaştırdı; ya da ‘sosyalizm adına yaşadıklarımızın hepsi
boşmuş’ dedirterek duygusal bir kopuşu mu tetikledi?
2.4.
Deng
Xiaoping tarafından Mao döneminin muhasebesi yapılırken “Bu devrimin pratik
süreci içinde ortaya çıkan hatalara ve zaaflara gelince, bunlar bütün Parti ve
bütün ülke halkının görüş birliğine ulaştırmak amacıyla uygun bir zamanda
tecrübeler ve dersler biçiminde özetlenmelidir. Ancak bu konuda ecele
edilmemelidir.” denildi. Böylece kötülemeye değil, hatalardan dersler çıkaran
bir ‘öğrenme sürecine’ vurgu yapılarak ‘duygusal travma’ engellenmeye çalışıldı.
2.5.
G.Lukacs
‘Lenin’in düşüncesi ve devrimin güncelliği’ kitabında, Leninizm’i devrim
döneminin Marksizm’i olarak tanımlar. Aynı Lenin ‘Sol Komünizm Bir Çocukluk
Hastalığı’ kitabında “Parlamenter savaşım biçimi ile parlamento-dışı savaşım
biçiminin, parlamentonun boykotu ile parlamentoya katılma taktiğinin, legal ve
illegal savaşım biçimlerinin birbirini izlemesi ve aynı zamanda bu biçimler
arasında bulunan bağların ve ilişkilerin birbirini izlemesi, bütün bunlar
şaşırtıcı, zengin bir içerikle ortaya çıkmaktaydı.” diyerek, birbirinin karşıtı
gibi görünen tüm mücadele biçimlerinin devrim mücadelesinin ‘müktesebatında’
olduğunu söylemektedir.
2.6.
Komintern’in
1920’de toplanan 2.Kongresi, devrim beklentisinin yüksek olduğu bu dönemde
“Burjuvazinin hükümet makinasının belli başlı aygıtlarından birini oluşturan
burjuva parlamentosu, tıpkı genel olarak burjuva devleti gibi, artık proletarya
tarafından fethedilemez. Proletaryanın ödevi burjuvazinin hükümet makinasını,
ister cumhuriyet, isterse anayasal monarşi olsun, parlamenter kurumlarıyla
birlikte berhava etmekten, yok etmekten ibarettir.” derken, faşizm tehlikesinin
ciddi boyutlara ulaştığı 1935 yılında “Tüm ülkelerin proletaryası burjuva
demokratik özgürlükleri kazanmak için çok kan döktü ve bunları korumak için var
gücüyle mücadele etmek istemesi anlaşılır bir şeydir.” demektedir.
2.7.
‘Somut
koşulların nesnel tahlili’ ilkesi, koşulların çeşitlenmesi ile doğru orantılı
olarak zenginleşmelidir. Durduğumuz
yeri ‘doğru’ (ya da ‘normal’) kabul ettiğimizde, bizim konumumuzdan (her yöne
doğru) uzaklaşıldıkça olay ve olgular yanlış olmaya (ya da anormalleşmeye)
başlıyor. Yani durduğumuz yerin çapı (kuyunun ağzı, bakış açımızın genişliği,
algı kapasitemiz vb.) doğru ve normalin ‘içeriğini/özünü’ belirliyor.
2.8.
Dönüp
dolaşıp geldiğimiz yer aynı; sorun/çözüm alanımızı, bakış açımızı genişletmek. Devrim ve sosyalizmin kurulması
sürecindeki her ‘hatanın’ kapitalizmi mazur ve meşru göstermek için
kullanıldığı, özellikle ‘insan hakları’ başlığı altında saldırılara fırsat
verilmemesi gerektiği; yapıcı, teşvik edici, içeriden ve dayanışmacı eleştiri
yerine doğrudan karşıtlık içeren ve uzlaşmaya kapalı çıkışların ‘son tahlilde’
karşı devrime malzeme verdiği görülüyor.
2.9.
‘Hata’dan
‘suç’a giden yolu ‘çabucak’ katedenler ve değiştirmek/düzeltmek için öğrenmek
yerine, yönetmek/tasfiye etmek için suçlayanlar için yeni bir ‘dayanışma
ahlakının’ etkinleştirilmesi gerekiyor.
2.10. (Örneğin) Demokratik merkeziyetçilik, aynı örgüt içinde
farklı görüşlerin yaşamalarının yolu olarak en önemli ilkeler arasında olmasına
rağmen, farklı düşünenlerin hemen örgütsel ayrılığı gündeme getirmeleri ve
(aksi kanıtlanmadıkça iyi niyeti ve yeterliği tartışma dışı olan) yoldaşlarının
çoğunlukla kabul ettiği bir görüşü ‘kolayca’ ayrılık nedeni yapmaları
“tekkecilik/sekterlik”; ayrılık nedeni yapacak kadar ciddiye aldığın ‘sorunu’
yoldaşlarının çoğunluğunun anlayamadığını düşünmek “üsttencilik/kibir”; herhangi
bir örgütün, tartışmanın ya da fikrin ‘azınlığı’ olamamak “büyüklük
kompleksi/hadsizlik”; fikrini savunma özgürlüğün engellenmediği sürece,
yoldaşlarını ikna edemediğin durumda, pratiğin seni doğrulamasını bekleyememek
ve gerçeği gören iyiniyetli yoldaşlarının fikrine gereken önemi vereceğine
inanmamak “paranoya/merdümgirizlik” olarak ayıplanmalı ve ‘düşkün’ ilan
edilmek, sosyal hayatta ‘dışlanmak’ gibi yaptırımlar uygulanmalıdır.
3-)
Bilimimiz, doğruluk ve
bilimsellik kazandığı ölçüde Marksist olacaktır. Biz de kesinlikle onu doğru
kılmak ve Marks’ın kuramıyla bağdaşır kılmak için çalışacağız… Marksist
psikoloji, okullardan bir okul değildir, bilim olarak tek gerçek psikolojidir.
Bundan başka bir psikoloji var olamaz. Başka türlü söylersek: Geçmişte ve
günümüzde, gerçekten bilimsel olan her şey, Marksist psikolojiye aittir. Bu
kavram, okul kavramından, hatta akım kavramından daha geniştir. Nerede ve kim
tarafından geliştirilmiş olursa olsun, bilimsel kavramının kendisiyle örtüşür.
(Sy; 244)
3.1.
‘Şüpheden
uzak ve kesin’ olan her bilim Marksisttir! Çünkü Marksizm ‘hakikatin’ yani
bilimin üzerinde yükselir. Bu nedenle, Marksizm (insanlığın geldiği aşamada
açıklanabilen) ‘her şeyi’ açıklayabilen bilimsel bir yöntemin adıdır. Herhangi
bir konudaki ‘gerçekten bilimsel’ açıklama, Marksizmin de açıklamasıdır. “Bu
konudaki Marksist bakış açısı nedir?” dendiğinde verilecek cevap “Gerçekten
bilimsel cevap ne ise odur!” olmalıdır.
3.2
Ancak,
her konuda olduğu gibi bu konuda da genellemeler sorunu ‘tümüyle’ çözmüyor. Fen
bilimlerinde hipotez, teori, ekol vb. düzeyinde tartışmalı alanlar; sosyal
bilimlerde hemen her disiplinde süregelen tartışmalar; bilgi ve bilimin/doğru
ve gerçeğin konusu, içeriği, üretimi, sunumu, kullanımı, vurgulanan yönü,
zamanlamasının sınıfsal çıkarlara göre manipüle edilmesi tartışmaları
bitmeyecektir, bitmemelidir.
3.3.
Tek
kişinin adıyla anılan icatlar ve keşifler dönemi sona erdi. Çok disiplinli ve
kolektif çalışmaların ürünü olan, icattan çok inovasyon düzeyinde
iyileştirmelerin birikmesi ile oluşan bilimsel ilerleme çağındayız. Ağırlıklı
olarak iletişim, bilişim, kuramsal fizik gibi ciddi uzmanlık gerektiren
alanlardaki ‘manipülatif ve spekülatif’ gelişmeler de kafa karıştırıyor.
3.4.
Kopernik’in
yeryüzünün Evren’in merkezi olmadığını, Darwin’in rastlantı sonucu ortaya çıkan
gelişkin memeli bir hayvan olduğumuzu söylediğinden bu yana ‘tanrının yarattığı
eşsiz bir varlık’ olmadığımız gerçeği ile kavga devam ediyor. Örneğin, modern
fizikteki bazı keşiflerin, insanın uzay ve zamandaki ihmal edilebilir varlıklar
değil, kozmik bir bilincin ayrılmaz parçaları olduğumuzu kanıtladığı
söyleniyor.
3.5.
Zamanında
Rahip Berkeley’in söylediği “Dünyayı oluşturan tözlerin hiçbirinin zihin
olmadan varlığı yoktur. Benim tarafımdan algılanmadığı, benim zihnimde veya
yaratılmış başka bir ruhun zihninde var olmadığı takdirde ya bir varlığı yoktur
ya da bir Ebedi Ruhun zihninde var olmaktadır.” sözleri, materyalistler ve
‘gerçek’ bilim tarafından yerle bir edildiği için susanlar, yeni bilimsel
gelişmeleri istismar ederek akıllı tasarım, kozmik bilinç, antropik ilke vb.
diyerek ‘hortlamaya’ çalışıyorlar.
3.6.
Fizikçilerin
yürüttüğü tartışmanın asıl konusu bu olmamakla birlikte, sözcüklerin anlamı
üzerine tartışarak geçimini sağlayan ‘din bezirganları’ tarafından istismar
ediliyor. Diyalektik materyalizm tarafından ortaya konulan genel ilkeleri,
maddi dünyanın bizim algılarımız dışındaki somut varlığını, nedensellik
ilkesinin işlerliğini tartışmaya açarak ‘kozmik bilinç’ benzeri kavramlar
üzerinden tanrının varlığını kanıtladıklarını iddia ediyorlar.
3.7.
Teolojik
bir tartışma olarak kalması halinde kabul edilebilecek bu tartışma, ‘tanrı
varsa dinler de doğrudur, o zaman tanrının sözü geçerli olmalıdır, tanrının
kurduğu bu düzeni yıkmaya çalışanlar tanrıyla savaşmaktadırlar’ şeklindeki
düşünce akışı yoluyla ‘afyona’ dönüştürülmekte ve sömürü düzeninin korunması
için cepheye sürülmektedir.
3.8.
Kuantum
fiziğinin kurucuları arasında sayılan Niels Bohr “Kuantum dünyası diye bir şey
yok. Yanızca soyut bir fiziksel açıklama var. Fiziğin görevinin doğanın ne
olduğunu bulmak olduğunu düşünmek yanlış. Fizik, bizim doğayla ilgili neler
söyleyebileceğimizle ilgilenir.” cümleleri, kuantum fiziği denilen geniş alanın
kuramsal, sezgisel, hayali, matematiksel, teorik boyutları olduğunu, ‘her türlü
şüpheden uzak, kesin’ bir içeriği olmadığını anlatıyor. Einstein ise “Kuantum
mekaniğinin yapısına sahip bir kuramın fizikteki nihai nokta olduğunu düşünen
kişilerin, ya gerçeğin uzay-zaman yerelliğini reddetmeleri ya da
düşünülebilecek her türden ölçüm konusunda, sonuçların gerçek durumlardan
kaynaklandığı fikrinin yerine sonuca ilişkin olasılıklar kavramını getirmeleri
gerekir.” diyerek, kuantum mekaniğinin gerçekliğin eksik bir açıklaması
olduğunu, kuramın ‘tam’ olmadığını, daha temel bir kuantum-altı kuramının
keşfedilmeyi beklediğini söylüyor.
3.9.
‘Tartışmalı’
boyutlarının dışında, deneysel olarak saptanan ve ‘kötüye kullanılan’ birkaç
örneğe bakarsak; örneğin, ışığın hem dalga hem de tanecik özelliğini bir arada
taşıdığı keşfedildi. Bu dalga-parçacık ikiliğinin zihin-beyin ya da ruh-beden
ikiliğini ortaya koyduğu iddiaları ortalığı kapladı. Oysaki, ‘aynı olgu’
dalga-parçacık ikiliği yerine dalga-parçacık birliği ya da dalga-parçacık
sentezi olarak düşünülse ‘diyalektiğin’ konusu olurdu ve eğer Engels yaşarken
keşfedilseydi ‘Doğanın Diyalektiği’ kitabında diyalektiğin kanıtları arasında,
uygun koşullar altında özelliklerinden birinin görünür hale geldiği ‘çelişkili
birlik’ olarak incelenebilirdi (uzay-zaman, madde-enerji gibi).
3.10.
‘Bilinemezciliğe’
geri dönüş olarak pazarlanan ‘Belirsizlik İlkesi’ bir cismin üzerine etkiyen
kuvvetlerin bilinmesi halinde cismin hareketinin öngörülebileceğini, ancak
kuantum düzeyinde parçacıkların konumunun ve hızının eşzamanlı olarak
belirlenemeyeceğini söyler (Ölçüm için etkileşime girdiğinizde, örneğin ışık
gönderdiğinizde, cismi etkilemiş olursunuz). Tartışmanın konusu: Parçacıkların
konum ve momentumları doğası gereği belirsiz midir, ya da bunları eşzamanlı
olarak kesin bir şekilde ölçemeyeceğimiz mi söylenmektedir. Einstein’in bu konudaki
görüşü ‘meşhur’ EPR (Einstein, Podolski, Rosen) makalesinde şöyle açıklanır:
Bir kaynaktan farklı yönlere doğru toplam momentumu sıfır olan iki parçacık
fırlatılır. Birinin konumu belirlendiğinde diğerinin de konumu belirlenmiş
olur; diğerinin momentumu belirlenirse ilkinin de momentumu ölçülmüş olur. Bu
yolla, doğrudan bir ölçüm olmaksızın iki uyumsuz özellik ölçülmüş olur. Bu
durumda, müdahale etmeden ölçebildiğimiz için ölçüme konu (yalnızca ölçüm ile
ortaya çıktığı iddia edilen) özellikler ‘nesnel gerçeklik’ olmalıdır.
3.11.
Günümüzün
en ilgi çeken konusu, Eistein’ın ‘uzaktan tekinsiz etki’ dediği ‘kuantum
dolanıklığı’; konum, momentum, spin ve polarizasyon gibi fiziksel özellikleri
üzerinden diğer benzer parçacıklarla dolanık hale sokulan parçacıkların
birbiriyle anlık olarak ve kusursuz bir şekilde iletişim kurabilecek şekilde
bağlı olduğu anlamına gelmektedir. Işıktan daha hızlı mesaj ve bilgi ileten ‘kuantum
dolanıklığı’ klasik fiziğin yerellik ilkesini (şeylerin birbirlerinin
etkilemeleri için -neden/sonuç ilişkisi- temas ve etkileşim içinde olmaları
gerekir) ihlal etmektedir. Bir düşünce deneyi olarak tasarlanan dolanıklık
konusunun Bell Deneyleri ile kanıtlandığı söylenmektedir. Deneylerin
verimliliği ve geçerliliği konusunda tartışmalar olsa da genel olarak sonuçlar
kabul edilmektedir. Yine de tartışmalar sürmektedir: İstatistiksel sonuçlardan
çıkarımlar yapılarak sonuçlara ulaşıldığı, verilerin yerelliğin olmamasını
gerektirmediği ve kuantum mekaniğinin yerel bir versiyonunun geliştirilebilme
olasılığının ortadan kalkmadığı, ışıkötesi etkiler doğrudan deneylerde
gözleninceye kadar yerel bir versiyon aramaktan vazgeçilmemesi gerektiği, asıl
sorunun kuantum mekaniğinden daha derinde yatan ve yerelliği kaçınılmaz olarak
ihlal edecek henüz keşfedilmemiş bir kuramın olup olmadığı tartımaları
sürmektedir.
3.12.
Bütün
bu bilimsel keşifler üzerinden yaratılan toz bulutundan çıkıldığında ilk
görünen gerçek şudur ki insan bilincinin dışında makro ve mikro düzeyde madde
dediğimiz somut gerçeklik vardır (Bilgibilimsel olarak madde kavramı, insan
bilincinden bağımsız bir varlığa sahip olmanın ve bilincin yansıttığı nesnel
gerçeklik olmanın ötesinde hiçbir anlam taşımaz-Lenin). Gerçeklik bizim
duyularımızla algıladığımız somut nesneler kadar duyularımızla algılayamadığımız
ilişkileri de kapsar. Marksist bilgibilim kuramında “insanın bu gerçekliğin
tümünün bilgisine sahip olacağı” söylenmiyor. Aksine, mutlak (her zaman ve
durumda geçerli) gerçek olmadığı, değişim yasasının çarkında öğütülen
gerçekliğin yeniden ve yeniden keşfedilmesi gerektiği anlatılıyor.
3.13.
Kuramsal
ve deneysel fiziğin keşfettiği atomaltı parçacıklar da insan bilincinden
bağımsız maddedirler (E=mc² denkleminin kanıtladığı üzere madde ve enerji
birbirine dönüşebilen iki maddi formdur). Eşanlı ölçüm zorlukları nedeniyle
‘aşılamaz’ belirsizlikler olsa da, ölçüm sonucunda ‘kesin’ sonuçların değil de ancak
değişik değerlerin hangi olasılıklarla elde edilebileceği bilgisine
ulaşılabilmesi mümkün olsa da ‘insan zihninden bağımsız’ bir maddi dünya mikro
ve makro ölçekte vardır. Aralarındaki ilişkilerin yasaları, bizim ‘ölçüm’
müdahalelerimizin bu ilişkileri etkilemesi ve varoluşlarındaki ‘çelişkili
birliğin’ bir yönünü görünür hale getirmesi (Schrödinger’in kedisinin olası
gerçekliklerden birine çökmesi), yerellik ilkesini zorlayan ilişki geliştirme
ihtimalleri bu gerçeği değiştirmez.
3.14.
Klasik
(atom-üstü) fiziğin tarihsel gelişiminin de çok ciddi tartışmalar ve
karşıtlıklar içinden geliştiği, kuantum fiziğinin henüz ‘oluşum’ aşamasında
olduğu ve deneysel olanakların kısıtlılığı nedeniyle ‘kuramsal’ boyutunun
baskın olduğu bir aşamayı yaşadığımız açıktır. Genel görelilik kuramı, atomik
boyutların fiziğini açıklayan kuantum mekaniğini açıklayamıyor. Ama birçok
bilimci bunu doğal bir sınır olarak görmüyor ve gelecekte genel göreliliğin
kuantum teorisini de tutarlı bir şekilde açıklayan ‘herşeyin teorisine’
ulaşılacağını düşünüyor (Örneğin Sicim Kuramı çalışmaları).
3.15.
Kuantum
fiziğin gözlemleri ne kadar ‘tuhaf’ olsa da bu özelliklerin makro düzeydeki
evreni de etkilediği ve tuhaflaştırdığı yolunda ‘somut’ hiçbir bulgu yoktur.
Evrenin ışık hızından da hızlı genişlediği bilgisi, bizim fiziksel
yasalarımızın ‘gözlenebilir evrenimiz’ dışında ‘başka fiziksel yasaların’
geçerli olduğunu düşündürse de elimizdeki işe yarar ‘doğa yasalarını’ çöpe
atmayı gerektirmiyor. Ayrıca, ışıktan hızlı genişleyen evrenin sınırlarına
(ışık hızına ulaşsak bile) asla ulaşamayacağımız açıktır. Bu durumda
‘bilinemezcilik’ için kuantum dünyasına gerek de yoktur; evreni de ‘tümüyle’
bilemeyiz.
3.16.
Sibernetik,
nörobilim, yapay zeka vb. tartışmaları da ‘özgür iradenin’ varlığını tartışmaya
açıyor. İnsan beyninin ‘çalışma dinamiklerini’ taklit ederek geliştirilen
‘sibernetik’ bilimi sayesinde üretilen bilgisayar teknolojisinin gelişmiş
versiyonlarına bakıp da ‘ama beyin de böyle çalışıyor, demek ki özgür irade
yok’ demek, iradenin varlığını değil ama ‘etkin kullanımının’ bazen
olmayabildiğini kanıtlıyor! Epigenetik, kalıtımsal olup genetik olmayan
fenotipik varyasyonları inceliyor. Bu değişiklikler hücreyi ya da organizmayı
doğrudan etkiliyor ancak, DNA’yı değiştirmiyor. Marks’ın Feuerbach Üzerine
altıncı tezindeki “insanın özü, tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama
değildir. Bu öz, kendi gerçekliği içinde, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”
tespiti bir kez daha doğrulanıyor ve ‘insan’ olmanın her zaman belli bir sosyal
ve tarihsel oluşum içinde mümkün olduğu tescil ediliyor.
3.17.
Pozitif
bilimler, sınıfsal ya da konjonktürel nedenlerle manipule edilmediğinde,
‘diyalektik maddeci’ yöntemi doğrulamaktadır. Çok disiplinli, karmaşık ve
uzmanlık gerektiren bilimsel bulguları; işin içine sezgi, matematik gibi
soyutlukları monte ederek ‘yorum’ yoluyla değiştiren ‘hakikat bükücülerine’
karşı mücadele de ideolojik mücadele cephesinin önemli bir mevzisidir. Sonuç
olarak; atomun altında ya da üstünde bilmediğimiz şeyler olması, ışık hızının
ihlal edilebilir olması (hipotetik ‘katyonlar’ gibi), dolanık parçacıkların
anlık etkileşmeleri ve hatta Tanrı’nın varlığı vb. doğru da olsa ‘eşitsizlik ve
sömürü’ aklanamaz.
3.18.
Daha
az belirli ve ‘bükülmeye’ daha uygun sosyal bilimler alanı ise ‘tarihsel
materyalizmin’ ışığıyla gerçek sınıfsal, toplumsal, tarihsel içeriğine kavuşur.
İdeolojinizin kurucu ‘ustalarının’ fikirlerine ‘dışarıdan’ muhalefete cevaz
veremezsiniz. Ya ikna edici cevaplar vereceksiniz, ya ‘esasa müteallik olmayan’
hataları düzelteceksiniz, ya da kendinize başka bir ‘kurucu mecra’ bulacaksınız
veya yaratacaksınız. Ancak, kurucu fikirleri farklı zamanlarda farklı koşullara
uygulamaya çalışan haleflerin her fikir ve eylemini kabul etmek ve savunmak
zorunda değilsiniz. Marksist Leninist bir sosyalistin ‘mutlaka ve yalnızca’
Stanilist olması ve Stalin ile anlaşmazlık yaşayan diğer devrimci önderleri
‘tümüyle’ dışlaması gerekmez. Ya da Troçkist olup tam tersini yapmak gerekmez.
Marksizm Leninizm’in güncele uygulanmasında; şu konuda Stalin’in fikirlerini,
bu konuda Troçki’nin fikirlerini tercih edebilirsiniz. Bu ve benzeri isimlerin
‘müktesebatına’ tümüyle kapalı ya da tümüyle açık olmak zorunluluğu
olmamalıdır. Enternasyonal ve ulusal önderlerin farklı konulardaki
fikirlerinden farklı ‘fikir zincirleri’ oluşturulabilir. Örneğin, uluslararası
devrim konusunda Marksist-Leninist-Troçkist bir ‘fikir zincirini’ savunurken,
ulusların kaderini tayin hakkı konusunda M-L-Stalinist, kültür devrimi
konusunda M-L-Maoist, sanayi ve tarım politikalarında M-L-Buharinist bir zincir
savunulabilir.
3.19.
Benzer
bir yaklaşım postmarksizm, neomarksizm etiketleri altında yaftalanan fikirler
için de geçerlidir. Fikirlerden çok ‘telif hakkına sahip’ isimlere göre yapılan
değerlendirmeler fikir dünyamızı sığlaştırıyor.
3.20.
Tarihsel materyalizm, tarihi, sınıflar mücadelesi, altyapının üstyapı
üzerindeki belirlenimi ve karşılıklı etkileşimi üzerinden açıklar. Post ya da
neomarksist akımlar ise; sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının merkezi
konumunun bittiği, kültür/kimlik temelli yeni toplumsal hareketler ve sivil
toplum gibi birbiriyle benzeşmeyen öznelerin mücadelesini temel alıyorlar.
3.21.
Marx’ın “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine
göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan verili olan ve
geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” tespitindeki ‘koşullar’ kavramının
yarattığı geniş (ve sürekli genişleyen) alan; Feuerbach Üzerine Tezlerindeki “…
koşulların değişmesi ile insan etkinliğinin örtüşmesi ancak devrimci pratik
olarak kavranıp doğru olarak anlaşılabilir” önermesindeki ‘özneleşme’ süreci;
Engels’in altyapı-üstyapı diyalektiğini anlatırken ‘çubuğu altyapıya doğru
fazla büktükleri’ beyanı birlikte değerlendirildiğinde; post/neo Marksizmin
“yapısalcılık-yapısökümcülük, birey-özne, dil-söylem, sınıf-devlet,
idedoloji-hegemonya, çokluk-çoğulculuk” gibi yaklaşımlarının ‘kullanışlı’
olduğu alanların mutlaka bulunabileceği düşünülmelidir.
3.22.
Ayrıca,
‘insanın tüm gizil yeteneklerini sonuna kadar geliştirilebileceği’ bir düzende,
‘kişisel olan politiktir’ sözünün rehberliğinde toplumsal yaşam, kültür, boş
zaman, sanat ve mimari, tüketim, çevrecilik, feminizm, etnik farklılık, yerel
demokrasi gibi konularda ‘derinleşmek’ gerektiği açıktır. Bu bağlamda, herhangi
bir ‘fikir ve düşünce odağına’ kategorik olarak kapalı olmak rasyonel değildir.
Örnek olarak; bir
arkadaşımın ‘Neoliberal Kent’ konulu yüksek lisans çalışmasında; Devletin
işlevleri (Poulantzas), hegemonya (Gramsci, Mouffe, Zizek), kent ve sermaye
(Harvey), tüketim kültürü ve hizmet sektörü (Eagleton), habitus (Bourdieu),
yapılı mekan (Lefebvre), iktidarın ideolojik nesnesi ve güvenlik düzeneği
(Foucault) konuları birlikte irdelenmiştir. Çalışmanın ‘yamalı bohça, eklektik
bilgi yığını, lafazanlık’ mı olacağı, yoksa ‘çok katmanlı, çok boyutlu,
kaostaki dengeyi yakalayan nitelikli bir çalışma’ mı olacağı tümüyle müellifine
bağlıdır (Bizim örneğimiz çok başarılıydı)).