CANIMIN İÇİ KIZIMCIM! (21)
Yeni bir kitap, yine bir mektup! Christian Fucks’un ‘Enformasyon Çağında Marx Okumak’ isimli (senin önerdiğin) kitabın düşündürdüklerini yazmaya çalışacağım (Bu arada, ‘fucks’ Almancada ‘fox’un karşılığıymış; ‘fuks’ diye okunuyormuş). Kitabın ‘enformasyon’ ile ilgili kısımları da gerçekten çok dolu ama asıl ilgimi çeken kısmı Kapital’in birinci cildini açıklayan kısımlar.
Kapital’in
üç cildini iki kez okumuş biri olarak fikrimi sorarsan, Woody Allen’ın şakası
ile yanıtlayabilirim: “Savaş ve Barış’ı okudum. Olaylar Rusya’da geçiyor”. Althusser’in
‘Kapital’i Okumak’, Mike Wayne’in ‘Yeni Başlayanlar İçin Kapital’ gibi
kitaplarının yanı sıra David Harvey’in ‘Kapital’i Okumak’ videoları sorunu
hafifletmiş olsa da ciddi bir ‘yardım ihtiyacı’ hala var. Fucks’un kitabı bu
konuda gerçekten yardımcı oluyor.
Sosyalistlerin çok
sevdiği bir söz vardır: “Son tahlilde…”. Tartışma konusunda bütün karmaşayı,
kaosu, derinliği sadeleştiren; özetleme, ana fikri bulma derdinde olan ama bunu
yaparken basitleştiren, şemalaştıran, kabalaştıran bir ‘toparlama’ yöntemi…
Uygulamaya çalışalım! (Kasım 2024)
1-Kapital’in
birinci cildinin yanı sıra yazarın ve kitabın ‘etik duruşu’ ile
ideolojik-politik tutarlılığı hakkında söylenmesi gerekenler de var. Yazar, kapitalizmin
çok boyutlu bir sosyoekonomik sistem olduğunu ve yaşanan tüm değişikliklerin ‘kapitalizmin
kapitalizm olma özelliğini’ ortadan kaldırmadığını sürekli vurguluyor. İlerleme,
gelişme, kalkınma, teknolojik atılım, işçi sınıfının bileşiminde ve görünümünde
yaşanan farklılaşmalar, istihdam biçimlerinin çeşitlenmesi, kentleşmenin
getirdiği sosyal gelişme, kimliklerde ve özneleşme süreçlerinde yaşananlar,
iletişim ve dijital dünyadaki yenilikler… Hiçbiri, içinde yaşadığımız sistemin
kapitalizm olduğu; zenginler ve yoksullar, patronlar ve emekçiler, sömürenler
ve sömürülenler olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
‘Son
tahlilde’ ya kapitalizmin yaşamasına hizmet edersiniz ya da kapitalizmi yok
ederek sosyalizmin/komünizmin kurulmasına (Ya sosyalizm ya barbarlık!)…
2-Kapitalizmin
yaşandığı her yerde ve zamanda Marksizm güncel olacaktır, çünkü geldiğimiz
aşamada insanlık (kapitalizme karşı) sosyalizmden başka bir alternatif
üretememiştir. Kapitalizmin ehlileştirilmesi, dizginlenmesi, dengelenmesi,
ıslahı benzeri tüm girişimler (post ve neomarksizmler, Eleştirel Teoriler,
üçüncü yolcular, radikal demokrasiciler, komünalistler, sosyal demokratlar,
yeşiller…) kapitalizmin ömrünü uzatmaktadırlar.
Tarih defalarca kanıtladı
ki ya sosyalizm ya kapitalizm (barbarlık). Kant’ın “Eyleminin ilkesi tüm
insanlar için geçerli bir yasa olabilsin” diyen koşulsuz buyruğunu değiştiren
Adorno “Eylemlerini Auschwitz bir daha asla tekrar etmeyecek şekilde düzenle” diyor.
Objektif her gözlemci bilir ki Auschwitz’i yaratan kapitalizm, onu durduran ve
yok eden ise Kızıl Ordu’dur. Adorno’nun Frankfurt Okulu’ndaki arkadaşı
Horkheimer ise ‘Kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm konusunda sussunlar’
diyerek Auschwitz-kapitalizm ilişkisini vurguluyor.
Sermaye biriktirme
sürecinde kapitalistin (dışarıdan sınırlanmadığı takdirde) emek gücünü tüm gün
boyunca sömürmek istediği, bu süreyi uzatmak için elinden geleni yapacağı; yani
faşizmin kapitalizmin içinde yaşayan ve gerektiğinde hizmete koşulan bir ‘bekçi
köpeği’ olduğunu Marks söylemektedir: “Sermaye
(dünyaya) tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir…
Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek
hayatta kalan ölü emektir.”
Sermaye ‘kar’ peşinde
koşarken, kendi ‘koşusunun’ toplumsal gerçekliği nasıl etkilediği konusunda
tamamen duyarsızdır. Kapitalizm öncesi sistemlere göre daha gizemli gerçekleşen
bu şiddet, tekil ve somut kapitalistlere bağlanabilecek ‘opsiyonel/olumsal’ bir
özellik olmaktan öte nesnel, sistematik ve anonim bir özelliktir.
‘Son tahlilde’ çağımızın koşulsuz buyruğu
kapitalizme karşı olmaktır. Auschwitz’lerin tekrar yaşanmamasının koşulu kapitalizmi
iyileştirmek, düzeltmek, sınırlamak, ıslah etmek vb. değil, tarihe gömmektir.
3-Herhangi
bir isme veya izm’e sığmayan büyük egolar, işçi sınıfının organik aydını olmayı
kendine yediremeyen kibir kumkumaları, direniş ve mücadele sözcüklerine bile
tahammül edemeyen konformistler, bulundukları her yerde zirvede olmak zorunda
olan narsistler/megolamanyaklar ‘mükemmel’ teori arayışlarını bir türlü bitiremiyorlar.
Eleştirel kuram üretmekten, kurucu enerji üretmeye zamanları kalmıyor.
Kapitalizm hakkında
konuşmaktansa aydınlanma, akıl, zihin, dil, özne, kültür, kimlik, çokluk…
üzerine konuşmayı tercih ediyorlar (Sorun konuşmakta değil, ‘değiştirme
sorumluluğunu’ askıya alarak ‘yalnızca’ bu konuları konuşmak ve
‘nihai/bağlayıcı hedef’ olarak devrim ve sosyalizmi ‘sükut suikastine’ kurban
etmek). Entelektüel kapasite ve enerjinin kapitalizmi ıslah ve terbiye etmek
için kullanılması, ancak konu sosyalizm olunca ‘düzeltilecek ya da kabul
edilecek’ hiçbir nitelik ve özelliği yokmuş gibi ‘tu kaka’ ilan etmek ve “ne
yapalım, kötü yanları da olsa kapitalizme mecburuz” demek. “Ne yapalım, kötü
yanları da olsa sosyalizme mecburuz” dememek için her taklayı atmak.
Kapitalizm ile ‘sessizce’
ilan edilen ateşkes, zamanla demokrasi sözcüğüne (ileri, radikal, sosyal vb.) ön
ekler bulmak, gelişen kapitalizmin zaman içinde (devrime gerek olmaksızın)
sosyalizm benzeri bir sisteme evrileceği, reformlarla ıslah edilebileceği,
kültür kimlik temelli mücadeleler ile altının oyulabileceği ya da daha ileri
giderek kapitalizmin yarattığı insan tipinin ‘kaçınılmaz’ olduğu fikriyle
uzlaşmak gerektiği ve bu ‘gerçeğin’ farkında olarak kısmi kazanımlar için
mücadele edilmesi gibi ‘fantastik ütopyalar’ üreterek gösteri toplumunda
görünür olmaya çabalıyorlar.
Bahse konu
ideolojik-politik duruşların ortak noktalarını belirlemeye çalışırsak;
-Ev, araba, yazlık,
kariyer, mikro iktidar alanları vb. kaybedecek şeylere sahip olmak (küçük
burjuva kaypaklığının maddi temeli),
-Eğitimli, kariyer ve
gusto sahibi olmak; ertelemeden yaşanması gereken bir hayatı hak ettiğini
düşünmek (elitizm, konformizm),
-Tüm dünyada faşizmin
yaptıklarını ve yapabileceklerini biliyor olmanın getirdiği korku (suni denge),
-Kapitalizme ve faşizme
karşı olmak yerine sosyalizmin (kışkırtılan, sıkıştırılan, speküle ve provoke
edilen) konjonktürel sorunlarını (hafifletici nedenleri dikkate almadan)
yapısal sorunlar gibi teorize etme çabası (Eleştirel kuramcılık),
-Kapitalizmin sosyalizme
karşı önlem olarak (ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesi sonucu) uygulamak
zorunda kaldığı ve ilk fırsatta geri aldığı geçici uygulamaları ise
kapitalizmin (sahiplenilmesi ve geliştirilmesi gereken) içkin nitelikleri gibi kabul
etmek (üçüncü yolculuk, sosyal demokrasi),
-‘İktidar her yerdedir’
ya da ‘dışarısı olmayan imparatorluk’ gibi yavelerle kötülüklerin ‘gerçek’
kaynağını görünmez kılmak ve umutsuzluk aşılamak (ideolojiler, büyük anlatılar
ve tarih bitti diyenler)
-Gelişmiş emperyalist
metropollerdeki göreli refahın kaynağında (sömürülen ülkelerde) yaşanan acılara
duyarsızlık (antiemperyalizm yerine küreselcilik, karşılıklı bağımlılık
teorileri),
-Sömürge geçmişini geride
bırakmış gibi görünen gelişmiş ülkelerin ise (tarihsel olarak, az gelişmiş
ülkelerin katma değeri yüksek üretim yapmaları engellendiği için) dış ticaret
makasının sürekli lehlerine açılmasının (eşitsiz mübadele’nin sonucu olarak ‘gizli’
ilkel birikim/el koyma) avantajlarını kullandıklarını; üretimin dışsal
maliyetlerini ve çevresel sorunları az gelişmiş ülkelere transfer ettiklerini
bilmezden gelmek (Kural koyucu ve düzenleyici emperyalist kurumlara güven ve iş
birliği),
-Sözde (teoride) insanlık
için ‘mükemmelin’ peşinde koştuğu izlenimi yaratıp, ‘oluş ve süreç’ halinde
olduğu için ‘doğal olarak’ sorunlu deneyimleri ‘mükemmel’ olmadıkları için ‘işe
yaramaz’ ilan ederek potansiyel ‘iyiyi’ öldürmek ve meydanın ‘açık kötü’ olan
kapitalizme kalmasına neden olmak (politik doğruculuk, sınıfsal gerçeklerden
‘bağımsız’ aydın),
Bir sistemi eleştirerek
geliştirmek ve gerektiğinde aşmak, aydının hem hakkı hem sorumluluğudur. Ancak,
eleştirseniz de destekleseniz de ‘ya içindesindir çemberin ya da dışında’.
Dünyanın geldiğimiz aşamasında (en azından düşünsel planda) iki sistem
(kapitalizm ve komünizm) çatışmaktadır ve ikisi arasında ‘ara bölge, bağımsız
alan, araf’ vb. yoktur. Sosyalizmi (teorik ve pratik) ‘dışarıdan’ eleştirenlerin
bulundukları yer, kaçınılmaz olarak kapitalizmin sözcülüğüdür.
Bu durumda, bütün politik
tartışmaların ‘turnusol kağıdı’ şu soruya verilen yanıttır: Aktivistliğini
yaptığın konu (etnik ya da inanç sorunları, kadın, çocuk, hayvan, çevre, barış,
nükleer vb.) çok önemli. ‘Tek yol devrim’ diyerek ertelenemez. Devrimden önce
de sonra da bu konularda ‘münhasıran’ yapılması gerekenler var. Hepimizin
birbirinden öğrenmesi gerekenler var. Her konuda büyük-küçük her mücadeleye
ihtiyaç var. Ama kapitalizm hakkında ne
diyorsun?
Sonuç olarak; Matrix’teki
Cypher’ın ‘cehalet mutluluktur’ cümlesinin işe yaraması için geçmişi ve gerçeği
hatırlamama garantisi gerekiyordu. Gerçek yaşamda ‘cahile yatanlar’ gerçekleri
tam olarak unutamadıkları için, kapitalizmi terbiye etmeye çalışarak, (yalnızca)
sivil toplumculuk, dernekçilik, kültür ve kimlik mücadelelerinin aktivistliği
ile ‘kapitalizmin suçlarını görmezden gelmenin’ kefaretini ödemeye
çalışıyorlar.
‘Son
tahlilde’ kendine ‘insanım’ diyenler önce ülkelerinde, sonra bölgelerinde ve
nihayet tüm dünyadaki sorunların ‘kaynağının’ kapitalizm olduğu gerçeğinden
kaçamazlar.
4- Türkçeye
çevrilmiş dört kitabı olan, son üç yılda altı kitap yayımlayan bu üretken
yazar, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ‘ideolojik’ bir seçim değil, nesnel
ve objektif bilim yapmanın ‘olmazsa olmaz’ yöntemi olduğunu da her örnekte
gösteriyor.
Bilim ve felsefe, insanlığın
çok erken dönemlerinden bu yana, somut ve nesnel olgular hakkındaki çok az
bilgimiz nedeniyle ‘sezgisel’ yöntemlerle üretildi ve bir nevi ‘akıl ve söz
oyunları’ olarak gelişti. Üretildikleri koşullarda çok önemli ve değerliydiler,
ancak ‘kaynak’ olarak insan aklını, algılarını ve sezgilerini kullandıkları
için ‘insan merkezli (antroposentrik)’ bakış açısına sıkıştılar. Varlığın
nedeni ve anlamının ‘insan’ olduğu, her şeyin insan için yaratıldığı, bu
gerçekleri anlamanın tek yolunun ‘insan aklı’ olduğu, aklın da hem her şeyi
araştıran ‘özne’ hem de kendisi tarafından araştırılan ‘nesne’ özelliğiyle
‘biricik’ olduğu kabul edildi. (İnsan aklının anlama ve öğrenme yeteneklerini
–bilgiyi- araştıran epoistemoloji, varlık ve varoluşu araştıran ontolojinin
yerine geçmiş ve varoluş ‘insan zihninden ve idrakinden’ anlaşılmaya çalışılmış.)
Merkeze konulan ‘akıl’,
serbest çağrışım yoluyla gelen tüm ‘akrabalarını’ da sisteme dahil etti:
Düşünce, idrak, algı, imaj, dolayım, öz, töz, ruh, idealar evreni, ilk neden,
tanrı…
‘Son tahlilde’ iki ana
felsefi akım oluştu: Metafizik ve materyalizm. Bu iki ana akım da ‘son
tahlilde’ bir sorunun yanıtına sıkıştı: Önce madde mi yoksa ‘fizik ve doğa
ötesi’ olan mı? (Bu ‘öncelik’ tartışmasını yanlış bulan ve iki tarafın -madde
ve zihin- birbirinden ayrılamaz bir ‘bütün’ oluşturduğunu ve birinin diğerine
üstünlüğünün savunulamayacağını söyleyenler de var-Adorno)
Materyalizm, ‘fizik ve
doğa ötesini’ reddeder. Evren insan bilincinden bağımsız ve ‘önce/birincil’
olan madde ve enerjiden oluşur (E=mc2 denklemi enerji ve maddenin, birbirine
dönüşen varoluş halleri olduğunu gösterir). Bu ontolojik (varlıkbilim) gerçeği
epistemolojik (bilgibilim) olarak kavramakta zorluklarımız olduğu açık. İlk
filozoflar galaksileri, ışık hızıyla ölçülen ‘akıl almaz’ mesafeleri ve zaman
olarak sonsuz akışı bilmiyorlardı. Sonrakiler insan ‘idrakinin’ yetersiz
kaldığı ses frekansları ve ışık dalga boyları olduğunu bilmiyorlardı. Diğerleri
atomun içini, enerjinin korunumunu, evrimi; şimdikiler gözlenebilir evrenin
dışını, karadeliklerin içini, bigbang anını ve öncesini… bilmiyorlar.
Beynimizin üretimi olan
düşünce ile tüm vücudumuzun yaşamsal işlev ve aktivitelerinin
‘dışavurumu/göstergesi’ olan ruh (tin, zihin) kavramlarını, maddi varoluşumuz
dışında (varolmak için bir bedene ve beyne ihtiyaç duymayan, bedensiz de bir
yerlerde ve bir şekilde var olan) öz ve töz halinde düşünebilmenin adı
metafiziktir.
Bu nedenle, metafizik,
yaratılmış insanı ve onu yaratan ‘aşkın’ bir yaratanı kabul etmek zorundadır. Evrimsel
olarak, maddenin bir özelliği olarak gelişen bir akıl ve ‘ruh’ yerine, bir
yerlerde ‘depolanan’ (önsel/apriori olarak ‘hazır’ halde) akıl ve ruhun insana
‘nakledildiği’ kabul edildiğinde;
-İnsanın kronolojisi
sorunu ortaya çıkar. (Öncesi bir yana) İki milyon yıl önce homo erectus (ayağa
kalkan insan) ile 50.000 yıl önce homo sapiens sapiens (düşündüğünü düşünen
insan) sürecinin hangi aşamasında, akıl ve ruh insanda kullanılmaya
başlanmıştır. Kutsal kitaplardaki (Adem’den Muhammed’e) peygamber ömürleri
üzerinden yapılan hesaplara göre ulaşılan yedi bin yıllık yaratılış öyküsü,
Göbeklitepe’nin bilindiği bir dünyada savunulamayacağına göre, Yaratılış’ın
tarihi nedir? Çok eskilere tarihlenirse, insanın (kendisine verilen akıl ve ruh
ile) uzun yıllar ‘ilkel/hayvansı’ bir hayat sürmüş olması nasıl açıklanabilir?
Yakın zamanlara tarihlenirse, canlı ama ruhsuz insan(sı) sorunu ortaya çıkar.
-Canlı ve ruh ilişkisi de
sorun oluşturur. Gezegenimizde yaşayan canlı türlerinin %99’unun yok olduğu,
yaşayan türlerin %25’inin neslinin tükenme tehlikesi altında olduğu,
virüslerden insana milyarlarca tür canlının yaşadığı, tanımlanmış yaklaşık bir
milyon böcek türüne dahil 1 kentilyon (1 sayısının yanında 18 sıfır bulunan
sayı) böceğin de ruhu olup olmadığı; varsa ‘ne işe yaradıkları’, yoksa ruh
olmadan ‘canlı’ olmanın ne anlama geldiği yanıtlanmalıdır. (Tanrı Adem'i yarattı
ve burun deliklerine yaşam nefesini üfledi ve nefes Adem'in bedeninde
konuşabilen, gözlere ışık veren ve kulaklara işitme veren bir ruh oldu.) Bu
seremoni böcekler için de yaşanmış mıdır? Yoksa ‘ruh’ canlılığın değil de
konuşma yeteneğinin, gözdeki ışığın, duyan kulakların adı mı? Bu özelliklere
sahip canlıların listesi ‘canlı skalasının’ ne kadarını kapsar?
-Bedenlerimizden bağımsız
olarak ‘yaratılan’ ruhların yaşı, son kullanım tarihi, tek kullanımlık olup
olmadığı, reenkarne yeteneği konusunda karar verilmelidir. İnsan nüfusunun
(özellikle buzul çağlarından sonra) yüzlerden başlayarak sekiz milyara ulaşması
sürecinde ‘fazla arzın’ kaynağı, ceninlerin ve ölü doğan bebeklerin ruhlarının
‘gelişkinlik’ düzeyleri, bebeklikten yetişkinliğe ‘oluşan, değişen, gelişen’
özelliklerimizin ruh ve zihinlerimizde içerilip içerilmedikleri açıklanmalıdır.
-Kendisine kulluk etsin
diye insanı yaratan Tanrı’nın, zamanda ve mekanda sonsuz görünen bu evreni
neden yarattığı da söylenmelidir. Bu fikirlerin ilk ortaya çıktığında bilinen
‘yedi kat gökler’ ikna edici bulunurken, her birinde yüz milyarlarca yıldız
bulunan yüz milyarlarca (en yakınımızdakine ulaşabilmek için ışık hızıyla iki
milyon yıl seyahat etmemiz gereken bir ölçekte dağılmış halde bulunan) galaksinin
neden gerekli olduğu açıklanmalıdır.
-Her varolanın bir
yaratıcısı olmak zorunda ise ve Tanrı var ise, neden O’nun da bir yaratıcısı
olmadığı açıklanmak zorundadır. Tanrı’ya bir ayrıcalık tanınıyorsa, aynı
ayrıcalık evrene ve maddeye neden tanınmamalıdır?
Teolojik bir tartışma
olarak kalması halinde kabul edilebilecek bu tartışma, ‘tanrı varsa dinler de
doğrudur, o zaman tanrının sözü geçerli olmalıdır, tanrının kurduğu bu düzeni
yıkmaya çalışanlar tanrıyla savaşmaktadırlar’ şeklindeki düşünce akışı yoluyla
‘afyona’ dönüştürülmekte ve sömürü düzeninin korunması için cepheye
sürülmektedir.
Kendisini ‘materyalist’
zanneden, ancak düşünce dünyasının ‘çatlaklarında’ metafiziğin tohumlarını
büyütenler de az sayıda değiller. Örneğin;
-Bazı inanç alanlarını
‘kültürel ve geleneksel değerler’ olarak tanımlayıp ‘üst kimlik’ olarak kabul
edenler… Düşünce ve inanç özgürlüğü bağlamında asla itiraz edemeyeceğimiz bu
duruma ‘tutarlılık’ temelinde itiraz ediyoruz. Bu nedenle ‘muhataplarımız’
kendilerine materyalist diyenlerle sınırlı. Birçok benzeri ve eşdeğeri olan
inanç sistemleri (evlilik, cenaze, sosyal ilişkiler gibi günlük ritüelleri
çözme yetenekleri dışında) mana, ahlak, iyilik, insanlık vb. için vazgeçilmez
ya da en güvenilir ‘kaynak’ kabul edildiğinde, bahsedilen erdemlerle ‘inanç’
ilişkisine ait ‘olumlu’ bir subliminal mesaj verilmiş oluyor. ‘Güvenilen’ bu
inanç sistemleri için yapılan ‘güzellemeler’ diğer inanç sistemlerine de
yarıyor ve inanç temelli olmayan ‘seküler-materyalist’ sistemler ‘yetersiz’
olarak kodlanıyor.
-Büyü, fal, kehanet, ruh
çağırma vb.’ye ‘ciddiyet’ atfetmek… Büyü, fal, kehanet ile bilinebilir ve bizi
bekleyen hazır bir gelecek olabilir mi? Laplace’ın şeytanı (evrendeki bütün
gerçek bilgiye -her atomun her hareketine- sahip olduğu için geleceği bilen
sanal varlık) gerçek olsa bile, gelecek
görülebilir mi? Zamanın ve mekanın sonsuzluğu içinde, her şey birbirine bağlı
haldeyken (en azından ışık konisi içinde, yani ışık hızı ile erişilebilir
menzilde bulunan her şey arasında bilgi ve etki akışı sürerken), sonsuz sayıda
‘girdinin’ yarattığı (hem de her an bütün bileşenlerinin değişebildiği) kaotik
gelecek bilinebilir mi? (Curiosity’yi Mars’a indiren bilim insanları, dokuz ay
sonra Mars’ın nerede olacağını biliyorlardı. Kuantum fiziğinin olasılık
problemlerinden uzak, makro evrenimizde ve ‘dışsal/beklenmedik etkilerle’
değişme ihtimali çok zayıf ‘özel koşullarda’ yapılan hesaplarla geleceği
görmenin adı fizik, yani bilimdir)
Büyü, ruh çağırma vb. neden
bilimsel yöntemlerle ‘ikna edici şekilde’ kanıtlanamamaktadır. Atomların
hareketinin ve en küçük ısı değişimlerinin gözlenebildiği dünyamızda, video ve
fotoğraf ile ‘kayıt altına alma’ teknolojisinin geldiği aşamada, bağımsız
gözlemciler eşliğinde kanıtlanmaları önündeki engel nedir? Genellikle,
“inanmayan ve sorgulayanların bulunduğu ortama gelmedikleri” söylenir. Bu
mazeret de göstermektedir ki ruhlar, hayaletler, büyücüler vb. biz ‘inandığımız’
zaman vardır. Onların varlığının tek kaynağı, insanın inancıdır. “Büyü sadece
ona inanırsan işler.”
Sonuç olarak; tahmin,
öngörü, olasılık vb. hepsi mümkün ve meşrudur. Adını doğru koymak ve insanları
manipule etmemek kaydıyla bir ölçüde de kaçınılmazdır. Günlük hayatın olağan
akışına uygun olmayan ve şüpheyle karşılanan olgularla da karşılaşabiliriz.
Algıda kırılmalar, psikolojik engeller, gizli askeri araştırmaların dışarı
sızan etkileri, dahilik ve delilik sınırlarını ihlal edenlerin ‘zıpırlıkları’, fizyolojik
olarak algı sınırlarımızdaki bazı olguları görece hissedebilen ‘sınır aşan’
hassasiyetler, kuantumum olasılıkçı karakteri, nano-mikro-makro evrenler
arasındaki etkileşim, uzayın sonsuzluğundan gelen ve gezegenimizin korunma
barajlarını (atmosfer, elektromanyetik alan) aşan ‘sürprizler’, solucan deliği
aracılığıyla başka evrenlerden gelen ‘gariplikler’ olabilir. Ancak,
görülebilecek bir gelecek fikrinin arkasında, önceden yazılmış kader ve onu
yazan aşkın güç ile ‘yazılı’ olanı yaşayan ve iradesi işe yaramaz olan ‘kul’ fikri
vardır.
‘Son
tahlilde’; evren ‘ontolojik’ olarak maddeden ibarettir. Maddenin değişik
varoluş halleri vardır. Düşünce, ruh, idea, öz, töz benzeri tüm kategoriler
madde kaynaklıdır.
5-Buradan
kitaba giriş yaparsak; öncelikle Marks neden (‘asıl’ muhatabı olan işçi
sınıfının o dönemki kültürel kapasitesi düşünüldüğünde) bu kadar karmaşık ve
anlaşılması zor bir kitap yazmıştır? ‘Ekonomi 101’ tadında bir kitabın yeterli
olduğunu düşünenler olabilir. Ancak Marks ve Engels’in hiçbir yazısı ‘basit’
değildir. En ‘basit ve sade’ olması beklenen (bir işçi kuruluşu olan Komünist
Birlik’in talebi üzerine işçiler için yazılan) Komünist Manifesto bile edebi ve
teorik bir başyapıttır.
Çünkü Marks’ın yöntemi
diyalektiktir ve düz mantık ‘basiti’ anlatırken, diyalektik çelişkiyi ve süreç
içindeki değişimi anlatır. Bu da meta’dan (ilk hücre) başlayarak bütün bir
sistemi (anatomiyi) anlatmak demektir. Önce (kendi başına) anlatılanın, sürece
sonra katılanlar ile yaşadığı ilişki ve çelişkileri, özdeşlik ve farklılıkları nedeniyle
kazandığı yeni etki ve oluşları yeniden değerlendirmek anlamına gelir ve çok
katmanlı, çok boyutlu bir ‘hikayeyi’ adım adım genişleterek ve geliştirerek
anlatmak demektir.
Ayrıca, Marks ekonomiyi ‘ekonomi
politik’ olarak anlatır. “Bu eserde
incelemem gereken konu, kapitalist üretim tarzı, üretim ilişkileri ve onunla
örtüşen ilişki biçimleridir” diyen Marks, kapitalizmi anlamak için onu
yaratan tarihsel koşulları, insanlığın genel gelişim çizgisinde taşıdığı
anlamı, çelişkilerini, sorunlarını, daha iyi bir gelecek için
kazandırdıklarını, güdülerini, motivasyonlarını, işleyiş ilkelerini, hilelerini
ve kandırmacalarını anlatıyor.
Metalar ‘kendi başlarına
piyasa girip kendilerini mübadele edemeyen’ şeyler olduğundan satış eylemi
insanların toplumsal ilişkiler biçiminde örgütlendiği bir süreci gerektirir.
Sahiplenilen metaların mübadelesini örgütlemek için ‘özel mülk sahibi’ olarak
tanınan hukuki bir ilişki gerekir. Genelleştirilmiş meta üretimi ve mübadelenin
olduğu (kapitalist) bir toplum özel mülkiyete ve piyasaları düzenleyen, koruyan
devlet kurumlarına ve yasalara gerek duyar.
Metalar kendilerini
açıklayamazlar ve altta yatan emek-zaman ve sınıf ilişkileri görünmez hale
geldiği için insanlar metaları farklı şekillerde anlamaya ve açıklamaya
çalışırlar. Buradan da ‘ideolojiye’ bir kapı açılır. Kapitalizmin ideolojik
hegemonyası için en çok ‘istismar’ edilen konulardan biri meta-para
fetişizmidir. Bunların da anlatılması gerekir.
‘Akademik’ olarak da deve
dişi gibi yazarlar tarafından savunulan kapitalizmi ‘gerçek’ anlamda çözümlemek
için (D.Harvey’in deyişiyle) teorik olarak savunulan kapitalizmin iddia
edildiği gibi ‘teorik olarak mükemmel’ işlediği durumda bile yaratacağı sorun
ve sonuçları sergiliyor. Basitçe, kapitalizmin yarattığı ve yaşattığı sorunlara
yoğunlaşıp ‘bu sistem işlemiyor’ demek de mümkünken, ‘sizin kurallarınızla
oynayalım’ diyerek düelloyu başlatmak için ‘kılı kırk yarmak’ gerektiğinden,
Kapital ‘kaçınılmaz’ bir zorluk içermektedir.
‘Son
tahlilde’; filozofların dünyayı değiştirme sorumluluklarının yanı sıra ‘anlama’
görevlerinin de olduğunu söyleyen Marks, ‘anlama ve anlatma’ konusuna çok önem
verdiğini gösteriyor. İşçi sınıfının bilimi olan sosyalizmin ‘görkemine’
yakışır şekilde üretilmesi, bu bilincin işçi sınıfında görünür hale gelmesi
(farkındalık) için de zamana, mekana, muhataba uygun dilin kullanılması
(siyaset ve kitle politikası) görevi devrimcilere düşüyor.
6-Kapitalizm
genelleştirilmiş bir meta üretim biçimidir. Meta ‘en küçük hücre biçimi’, sermaye
birikimi de bedenin kendisidir. Yani kapitalizmin temel niteliği, sermaye
biriktirmek için genelleştirilmiş meta üretimi ve artık değer üreten emeğin
sömürülmesidir.
“Meta,
kendi nitelikleri sayesinde insanın her türden ihtiyacını karşılayan dışsal bir
nesnedir… Bu ihtiyaçların mideden mi yoksa hayal gücünden mi doğdukları hiçbir
fark yaratmaz”. Metaların hem niteliksel bir yönü
(kullanım değeri) hem de niceliksel bir yönü (değişim değeri) vardır. Bir
metanın yararlılığı (insan ihtiyaçlarını gidermesi) kullanım değerini oluşturur.
Cümledeki ‘olumlu’ anlatım yanıltmamalıdır. ‘Zararlı’ metalar da -silahlar, zehirli
gaz, işkence aletleri- ‘ihtiyaç’ gidermektedir.
Değişim (mübadele) değeri
ise ‘başka türdeki kullanım değerlerine -metalara- uygun değişim oranıdır’. Bu
değişim oranını belirlemek için, metaların birbiri ile karşılaştırılabilecek
‘ortak’ yönlerini bulmak gerekir. Marks’ın yanıtı ‘emeğin ürünü olmak’tır.
İnsan emeği metalar içinde birikir. Ürün/meta içinde biriken, nesnelleşen,
maddileşen emekten dolayı meta bir ‘değere’ sahip olur.
Demek ki ‘değerin’ özü
emektir ve metada biriken emeğin miktarı ile ölçülür. Ölçüsü ya da büyüklüğü
ise ‘emek-zaman’dır. Marks şöyle diyor “…pasif
olarak belirtilirse, emeğin büyüklüğü bir uzamın hacmi gibi görünür; fakat
hareket halinde ifade edilirse, sadece zaman bakımından ölçülebilir.”
‘Son
tahlilde’; önceki sistemlerde de ‘meta’ üretilmekteydi ama çoğunlukla ‘hane
halkının’ kendi ihtiyaçları için. Bir kısmı da satış ve takas yoluyla piyasaya
çıkardı. Kapitalizm, piyasa için üretimi ‘genelleştiren’ yönüyle yeni bir
sistemdir. Bahse konu metanın mal, hizmet, bilgi vb. (mideden mi hayalgücünden
mi) olması önemli değildir. Piyasada
‘satılan’ her şey metadır. Bu nedenle, hizmet sektörünün ve enformasyon
endüstrisinin büyümesi, esnek çalışma, prekarya, ev içi ve bakım emeği vb.
tartışmaları ‘elveda proletarya’ cümlesi ile değil ‘merhaba yeni proletarya’
cümlesi ile anlaşılmalıdır.
7-‘Emek-zaman’ın
bireysel ve toplumsal boyutları vardır. Farklı bireylerin farklı koşullarda
farklı üretim hızları olur. Marks, belirleyici olanın ‘kendi türünün ortalama
örneği’ olduğunu, yani ortalama bir sürede üretilen metanın esas alınacağını
söyler: “Toplumsal olarak gerekli
emek-zaman, mevcut bir topluma uygun normal üretim koşullarında ve o toplumda
yaygın olan emeğin ortalama beceri derecesine ve yoğunluğuna sahip herhangi bir
kullanım değeri üretmek için gerekli emek-zamandır… Başka şeylerin yanı sıra
işçilerin ortalama beceri derecesi, bilimin ve teknolojik uygulamaların
gelişmişlik düzeyi, üretim sürecinin toplumsal örgütlenmesi, üretim araçlarının
kapsam ve etkinliği ile doğal koşullar tarafından belirlenir”.
Piyasaya sunulan
metaların (müşterek/kamusal mallar hariç) kullanım değeri, değişim değeri
tarafından, piyasadaki mübadeleler yoluyla belirlenir. Metalar piyasadaki
mübadele sürecinde birbirleriyle ilişkilenir ve değerlerin eşitlenmesi bu
sırada gerçekleşir. Ancak, söz konusu eşitleme öncelikle toplumsal bir
ilişkidir ve dolayısıyla da belirli sınırlar içinde değişken olan kültürel bir
uzlaşımdır. Fiyatlar emek-zamanlarını yansıtır ama doğrusal bir şekilde değil.
Metalar ‘ortalama toplumsal değere’ eşit, fazla ya da düşük fiyatlarla
satılabilirler (Fiyatların yüksek ya da düşük olduğunu belirleyen ‘ortalama değer’
her toplum için ve her zaman belirlenebilir). Metaların emek-zamanları ve
fiyatları arasındaki ilişki ‘dönüşüm sorunu’ olarak adlandırılan karmaşık bir
konudur. Değerlerden fiyatlara geçişte, toplam fiyatlar ve toplam değerler
eşittir, ancak sermayenin organik birleşiminin farklılığı nedeniyle bireysel ve
sektörel farklar oluşur.
Emek (özünde insan
beyninin, sinirlerin, kasların ve duyu organlarının sarfiyatı), hem somut bir
kullanım değeri oluşturma hem de soyut bir değer yaratma kapasitesine sahiptir.
Emeğin insan için önemi ve anlamı konusunda Marks “Sadece nesnel dünyanın işlenmesiyle insan, gerçekten de bir türe has
bir varlık olduğunu ilkin kendine kanıtlar. Bu üretim, insanın etkin türsel
yaşamıdır”.
Değerin özü olarak emek,
ortalama bir meta üretmek için harcanan zaman ile ilişkilidir ve ‘değer’ iş ve
kullanım değerinden yapılan bir soyutlamadır. Bu nedenle, Marks değer üreten
etkinliği ‘soyut emek’ olarak adlandırır. ‘Somut emek’ işin ‘nasıl ve ne
olduğuna’ dair bir kavramsallaştırma iken; ‘soyut emek’ emeğin ‘ne kadar’
olduğu, zamanı (süresi) ile ilgili bir kavramdır. Bu anlamda para da ‘soyut ve
dolayısıyla eşit insan emeğinin maddi bir cisimleşmesidir’.
Bilgi ve teknoloji
destekli olarak artan üretkenliğe sahip şirketler bir metanın üretimi için
‘toplumsal açıdan gerekli emek-zaman’ konusunda ‘yeni’ bir seviye oluştururlar.
Üretken şirket birim zamanda x birim meta üretirken, diğerleri birim zamanda
(örneğin) yarısı kadar üretim yaparlar; ama aynı fiyattan satmak zorundadırlar.
Bu ise daha az kar etmek anlamına gelir. Ya daha yüksek üretkenlik seviyesini
benimsemek ya da iflas tehdidini göze almak zorunda kalırlar. Yeni üretkenlik
seviyesi, ‘soyut emek zamanında’ değişiklik yapmış ve ‘toplumsal olarak gerekli
emek zamanı’ değiştirmiştir. Kapitalizmde ‘emek üretkenliği ve zaman
diyalektiğinin’ sonucu (kaçınılmaz biçimde) üretimin artan teknikleşmesidir.
Kapitalizmde başkaları
için kullanım değerleri üretiriz ve bu kullanım değerleri ancak piyasadaki
değişim yoluyla elde edilebildiğinden, mübadele değeri kapitalist örgütlenmenin
(mal ve hizmetlerin dağıtımını örgütlemenin) toplumsal biçimidir ve mübadele
ilişkileri üretim tarzımızı yönlendirir. Mübadele sürecinde metalar sahip
oldukları ortak değere indirgenerek eşitlenir; değer, metaların genel döngüsüdür
ve ‘mübadelenin genel eşdeğeri’ olan para aracılığı ile düzenlenir.
‘Son
tahlilde’; ‘değer’ emek gücü tarafından yaratılır ve ölçüsü emek-zamandır.
8-Meta
üreticileri birbirleri ile doğrudan ilişki içinde bulunmazlar. Mübadele
sırasında metalar aracılığı ile ilişki kurarlar. Üreticiler arasındaki ilişki,
emeğin ürünleri (metalar) arasındaki toplumsal bir ilişki biçimini alır. Marks
bu duruma ‘meta fetişizmi’ demektedir. Kapitalizm öncesi sistemlerde doğrudan
ve yüz yüze insani ilişkinin yerine geçen, alışveriş yaptığı kişiye baktığında
kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan bir başka özne gören ve yalnızca
ihtiyacını karşılayacak bir metaya sahip olup olmadığıyla ilgilenen bir ilişki
biçimi ‘meta fetişizmine’ yol açar.
Sermaye kendini
arttırmayı hedefleyen paradır. Kapitalistlerin amacı, para yatırımı ve yeniden
yatırım yaparak sermayeyi sürekli arttırmaktır. Ancak, piyasada birikim ve rekabet
sorunlarıyla karşılaşırlar. Rekabetin yarattığı baskı nedeniyle birikime karşı
koyamazlar. Sermayelerini arttırmaya, işçileri her zamankinden daha çok
üretmeye zorlayarak sömürmeye ‘çalışmak’ zorundadırlar. Aksi halde işletmeleri
çökecek ve kişisel zenginlikleri sona erecektir. Sermaye, kişisel niyetlerden
bağımsız olarak, kapitalistleri rekabetçi ilişkiler içinde davranmaya zorlar.
Sermaye kar aracılığıyla
büyür. Herhangi bir meta belirli bir yatırım maliyetine sahiptir ve satışı
sonrası nakdi bir kar sağlar. Belirli bir ‘ortalama üretim zamanında’ üretilen
metanın üretim zamanının bir kısmı yatırım maliyetini temsil ederken kalan
kısmı da karı oluşturur. Karı temsil eden emek-zaman (ücretsiz emek-zaman,
artık emek-zaman) için Marks ‘artık değer’ kavramını kullanır. “Sermayenin üretim sürecinin sonunda sahip
olduğu artık değer…sermayenin başlangıçtaki bileşenlerinde bulunandan daha
büyük olduğunu gösterir…İşçinin bütün bir gün yaşamak için sadece yarım iş
gününe ihtiyacı varsa…hayatta kalması için yalnızca yarım gün çalışması
gerekir. Günün ikinci yarısı ise zorunlu emek, yani artık emektir.”
Para ile meta üretmek
için yatırım yapılır; alınan ve üretilen metalar daha fazla para elde etmek
için daha yüksek bir fiyata satılır; elde edilen parayla da tekrar… Para ve metaların diyalektik birliği,
Para-Meta-Para (P-M-P) ve tersi ya da devamı (M-P-M) şeklinde gösterilir.
Basit meta üretimi, artık
değer oluşturmayan ‘eşdeğer mübadele’dir. Kar ve artık değere neden olan
belirleyici etken ‘metaların dolaşımı, ticaret ya da para’ değildir. Meta
mübadelesi hiçbir değer yaratamaz. Marks’a göre artık değer ve kar’ın varlığına
yol açan para değil emektir. Farklı yöntemlerle elde edilse de sanayici ya da
tüccar karının hepsi, işçi sınıfından sömürü yoluyla el konulan artık değerden
kaynaklanır. Artık değer, sanayici ve tüccar kapitalistler arasında paylaşılır.
“Tüccar sermayesinin kendisi artı-değer
üretmediğine göre, ortalama kar biçiminde cebe indirdiği artı-değerin, toplam
üretken sermaye tarafından üretilen artı-değerin bir kısmı olacağı açıktır…Rant,
faiz ve sınai kar, metanın artı-değerinin, yani metanın içerdiği ödenmemiş emeğin
çeşitli bölümlerine verilen farklı adlardan başka bir şey değildir ve hepsi de
bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilir”
Kapitalist emek gücünü,
teknoloji ve kaynakları meta olarak satın alır. İşçiler belirli bir süre
güç/emek harcayarak yeni bir meta üretirler. Bu yeni meta, üretimi için girdi
işlevi gören metalardan daha fazla değere sahiptir. Elde edilen kar, üretimde
kullanılan metaların (hammaddelerin) değerinin altında ya da üstünde
satılmasından değil, emeğin yarattığı değerin ödenmeyen kısmından (artık emek-artık
değer) oluşur. Başlangıçtaki hammaddeler sonuçtaki ürün ile kıyaslandığında,
ürün artık emek içerir. Fiyat farkı ya da kar artık emekten çıkar. Satış, artık
emek ile artık değeri paraya (nakde) dönüştürür ve artık değeri ‘gerçekleştirir’.
‘Son
tahlilde’; “Metanın değerinin yalnızca
hammaddelerin, makinelerin, tek sözcükle, tüketilen üretim araçlarının değerini
temsil eden bölümü hiçbir gelir meydana getirmeyip, yalnızca sermayeyi yerine
koyar”. Sermaye birikmiş emektir.
9-
“Emek gücünün değeri,
diğer tüm metalarda olduğu gibi, bu özel nesnenin üretimi ve yeniden üretimi
için gerekli emek-zaman ile belirlenir…Emek gücünün değeri, sahibinin varlığını
sürdürmesi için gerekli olan geçim araçlarının (yiyecek,
giyecek, barınma, üreme, ailenin hayatta kalması, eğitim…) değeridir…Demek ki sahip olduğu geçim araçları, kendisini çalışan bir
birey olarak normal sağlık durumunu korumaya yetecek kadar olmalıdır.”
Gerekli geçim araçları tarihsel ve toplumsal olarak değişim gösterir ve ülkenin
eriştiği medeniyet düzeyine bağlıdır.
İşçiler iş gününün bir
bölümünde ücretlerinin eşdeğerini (zorunlu iş zamanı) ve diğer kısmında ise
karşılığı ödenmemiş artık değer üretirler. İşçiler, yeni bir ürünün girdileri
(üretim araçları, hammadde) olarak var olan ürünleri kullanmadan (bunların
değerlerini yeni ürüne aktarmadan) yeni bir ürün üretemezler. Emek, üretim
araçlarının değerini ürüne aktarıp koruduğu gibi aynı zamanda (hareket halinde
olduğu her an) yeni değer yaratır. Emek sürecindeki üretim araçları özgün
kullanım değerlerini (dolayısıyla mübadele değerlerini de) kaybederler ve yeni
bir kullanım değerinin bir parçası olurlar (Üretim döneminde daha uzun süre
kullanılabilen alet ve makineler, değerlerini parça parça ürüne
aktarır/amortisman).
“Demek
ki sermayenin üretim araçlarına, yani hammaddeye, yardımcı maddeye ve emek
araçlarına dönüştürülen kısmı, üretim sürecinde herhangi bir niceliksel değer
değişikliğine uğramaz (değişmeyen sermaye)…Öte yandan sermayenin emek gücüne
dönüşen kısmı, üretim sürecinde bir değer değişikliğine uğrar…artık değer
üretir (değişen sermaye)”. Bu durumda, yeni ürünün değeri
(değişmeyen sermaye+değişen sermaye+artık değer) şeklinde formüle edilir. Yani
‘yeni/artan değeri’ sadece emek oluşturur.
(Değişmeyen sermaye, üretim araçlarında -ölü emek tarafından-
nesnelleştirilmiş olan ölü değerdir. Oysa emek gücü -canlı emek- canlı değerdir
ve artık değeri üretir.)
Marks ‘Kapitalist üretimin itici dürtüsü ve
belirleyici amacı, sermayenin mümkün olduğu kadar kendini değerlendirmesi, yani
artık değerin mümkün olduğu kadar fazla üretimi, dolayısıyla emek gücünün
mümkün olduğu kadar çok sömürülmesidir’ diyerek kapitalist sömürünün
üstündeki örtüyü kaldırır. Serbest piyasada tüm metaların özgürce ‘kendi
eşdeğerleri’ ile değiştirildiğini ve satın alınan her şeyin ‘ortalama değer
olarak’ bedelinin ödendiğini anlatan kapitalizm, emek gücünün yalnızca ‘gerekli
emek’ kısmını ücretlendirip, artık emek kısmına el koyduğu (çaldığı) için
sömürü vardır.
‘Son
tahlilde’; emek gücünün ürettiği artık değere karşılıksız olarak el koymak (ve
bunu mümkün kılan ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti’) hırsızlıktır!
10-Artık
değeri arttırmanın en basit yolu, iş gününün uzatılmasıdır. Bir günün ‘doğal’
uzunluğu ve işçinin emek gücünü yeniden üretmesi için gerekli zamanı ayırmak
kaydıyla, iş gününü uzatarak elde edilen artık değere ‘mutlak artık değer’
diyoruz.
Buna karşın, gerekli
emek-zamanın kısaltılması ve gerekli emek ile artık emek arasındaki ilişkide
ilkini oransal olarak azaltacak her türlü değişimden kaynaklanan artık değer de
‘göreli artık değer’ olarak adlandırılır.
Değer, toplumsal olarak
gerekli emek-zaman ile ölçüldüğü için, üretkenlik artışı sayesinde toplumsal
ortalamadan daha kısa sürede (yani birim zamanda daha çok) meta üreten
kapitalist daha fazla artık değer elde eder. Yüksek üretkenlik standardı (tüm
ekonomi ya da sektörde) genelleşinceye kadar bu avantaj sürer. Üretkenliğin
yükselmesi, metanın değerini (yani onu üretmek için gerekli emek-zamanı)
azaltır ve metayı ucuzlatır. “Sermaye,
metaları ucuzlatmak ve metaları ucuzlaştırarak da bizzat işçinin kendisini
değersizleştirmek için emeğin üretkenliğini arttırma yönünde içsel bir dürtüye
ve sürekli bir eğilime sahiptir…Kapitalist üretim bağlamında emeğin
üretkenliğindeki gelişmenin amacı, işçinin kendisi için çalışmak zorunda olduğu
iş gününün bir kısmının kısalması ve dolayısıyla işçinin kapitalistten ücret
alamadan çalışacağı iş gücünün diğer kısmının uzamasıdır”
“Makine
aslında çalışma süresini kısaltmasına rağmen sermaye tarafından kullanıldığında
iş günü uzamaktadır; aslında işi hafifletmesine rağmen sermaye tarafından
kullanıldığında…yoğunluğu artmaktadır; aslında insanın doğa güçleri üzerindeki
bir zaferi olmasına rağmen sermayenin elinde insanı bu güçlerin kölesi
kılmaktadır; aslında üreticilerin zenginliğini arttırmasına rağmen sermayenin
elinde onları yoksul kişilere
çevirmektedir”
‘Son
tahlilde’; kapitalizmin içsel mantığında, bilimsel ve teknolojik gelişme ile
üretkenliğin artışı emekçilerin ‘lehine’ sonuç doğurmaz. Emeğin mücadelesi ile
‘zorlanmayan’ kapitalizm ‘yapısal ve mantıksal’ olarak emeği değersizleştirir.