Ana içeriğe atla

4. MEKTUP (ÇİLİNGİR)



Önceki mektupları 'popüler' bir dille anlatmak için yazıldı...

CANIMIN İÇİ KIZIMCIM (4)

 “Olduğun gibi” olduğun için,

Mutluluğumuz,

Gururumuz,

Kızımız Elif’e

 

ÖNSÖZ

Canımın İçi Kızımcım!

            Bu ‘kitap’ yazma işi de nereden çıktı dersen üç şey söyleyebilirim:

Birincisi; ‘her şey’ hakkında yazdığım üç mektupta anlatamadığım ‘bağzı’ konularda sohbet etme fırsatı,

İkincisi; kitap yazmanın çok zor olduğu, hakkında yazılmayan konu kalmadığı, yeni bir konuda yeni bir kitap yazmanın neredeyse olanaksız olduğu hakkındaki konuşmamızda “istersen yazarsın!” demiştim ya… “Büyükler konuşarak değil yaparak örnek olurlar” cümlesinin gereği,

Üçüncüsü; bir oyuncunun “Belki bir demlik çay ya da bir duble rakı. Sadece sohbet kurtaracak bizi.” cümlesi,

Gerçekten de yazılmayan konu kalmadı! Ama çok uzun zamandır böyle değil miydi? İlgimizi çeken, hayran olduğumuz, hayatımızı değiştiren birçok ‘eser’ daha önce defalarca incelenmiş, irdelenmiş, eşelenmiş, seslendirilmiş, renklendirilmiş, şekillendirilmiş… konuları farklı ses, söz ve renklerle anlatma çabası değil miydi? ‘Aynı konuları’ farklı ses ve sözlerle anlatmak, farklı konular yaratmak anlamına gelmiyor mu?

Yalnızca yazarsan ‘kitap’ olur mu? “Var olmak” anlamında olur. ‘İyi’ olmak anlamında olur mu? Olursa iyi olur, olmazsa canın sağ olur! Yapabileceğin tek şey denemek.

Hayat ereksel değil nedensel akar. Yaptıkların ve oldukların, yapacaklarını ve olacaklarını belirler. Heybende ne varsa onu yersin. Tabi ki heybede hayaller, rüyalar, ütopyalar için de, yürürken yolda karşılaşacağın meyve ve yemişler için de yer olmalıdır.

Mektuplarda konuştuğumuz üzere; bizi saran toplumsal koşulların ürünüyüz. Ama bir gelişkinlik düzeyine ulaştığımızda, bizi belirleyen toplumsal koşulları etkileme, değiştirme, belirleme şansına kavuşuruz (altyapı-üst yapı konusunda ‘çubuk bükme’ metaforu ve varoluşçuluk!).

Bir iddiaya sahip olsun ya da olmasın, başkaları için yazılan her eser en azından ilginç olmalıdır. Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi “sıradanın sıra dışılığını” anlatan eserleri hariç tutmak kaydıyla, sıradanın sıradan hikayesinin ‘yazmak’ için verimli olmadığı açıktır.

Bizimki “sanat, eser” gibi kavramlardan azade bir ‘yazılı sohbet’ olacağı için “iyi olmak” anlamında kitap olmasa da “var olmak” anlamında bir kitap denemesi olacak.

Anlatım bütünlüğünü bozmamak için mektuplarda değindiğimiz bazı konuları tekrar etmek zorunda kaldım.

Eğer istersen, kendi sesin ve sözün ile “her konuda” ve her formda yazabileceğini bilerek seni rakı masasında sohbete davet ediyorum.

Haydi şerefe!

Afiyet olsun!

(Aralık 2015)

 

 

ÇİLİNGİR

“Mey’i hoş olmayan mekanın ser’i hoş olur mu?” dedi meyhaneci.

“Ali Abi, mekanın adını neden Meyhoş koydun?” sorusunu soran Sinan ağzındaki mayhoş tadı yutkunmaya çalışarak ve cevaptaki alaycı tınıya bozulduğu için hafifçe kızararak “İlla mekan sahibiyle muhabbet edeceğim diye aptalca soru sorarsan, bu güne kadar yazdığın tüm şiirlerden daha güzel cevabı da ilk kitabında kapak olarak kullanırsın artık!” diye düşündü, ama “Abi şair olan sen misin ben miyim?” diye laf sokmayı da ihmal etmedi.

‘Meyhanecilik her dona girmektir’ duruşunu takınan Ali Abi “Yuvarlanan taş da zemine göre güzel sesler çıkarır. Bu sözlerde bir güzellik varsa sebebi içinde yuvarlandığı muhabbettir.”  dedi.

Bu kez mahcubiyetten kızaran şair “İnşallah bu komplimanlar adisyona eklenmez.” cümlesini bir parmak gibi meyhanecinin yüzüne salladı.

‘Senden daha güzel söz söylerim’ diyen yalancı peygamberlerin başına gelenleri hatırlayan meyhaneci, hafifçe ürpermesine rağmen son taşı atmaktan kendini alıkoyamadı. “Biz sözünü nakte çevirenlerden değiliz beyim!” diyerek birleştirdiği iki masaya dengeli bir şekilde yerleştirmeye çalıştığı servis tabaklarını bırakıp hızlı adımlarla mutfağa geçti.

“Mekana ilk gelen olmanın kaçınılmaz tatsızlıklarından ilkini atlattık galiba.” diye düşünen şair sıradaki olası tatsızlıkları listelemeye çalıştı:

Necmi “Hıyar! Masanın en stratejik yerine kilit taşı gibi oturup muhabbeti istediği gibi yönlendirmek için erken gelmiş.” demezse adam değilim. Taşra üniversitesinde hoca oldum diye herkesin her şeyi O’na sormasını bekliyor. Ulan, memleketin hali için mesleklere ceza kesecek olsak, ilk sırada eğitimcilerin hesap vermesi gerekir. Yetmiş yıldır yoğurduğunuz hamurdan çıkan ekmek bu! Yiyene afiyet olsun!

‘Usta’ reklamcı olduğundan beri sözcükler yerine simgelerle konuşan Kadir “Lan! İlk gelen bir nevi ev sahibi gibi oluyor. Bu dallama havaya girip hesabı tek başına öder mi?” diye umutlanıp, selam vermeden önce “Oğlum, mekan sahibi gibi çöreklenmişsin yine!” diyerek ilk spotunu patlatacaktır. ‘Oğlum’ hitabının yaratacağı samimiyetin altından sırıtan üsttencilik, ‘çöreklenmek’ fiilinin subliminal mesajındaki yılan tıslaması ve ‘yine’ zarfıyla ortaya boca ettiği yılışıklık imasının ne kadar anlaşıldığını görmek için etrafı kolaçan ederken tam karşıma oturacaktır.

Bin yıllık ‘memur’ zihniyetini sendikacılık yaparak yıkmaya çalışan Feyza ise bütün şirinliğiyle “Şair dediğin boşta gezerin az gezeni. Yapacak işi olmadığından ve ilham perisi geldiğinde hareket halinde olup da işini zorlaştırmamak için erkenden gelip ‘düşünen adam’ moduna girmiş.” diye düşünecek; sürekli eylem, toplantı, hareket ve risk içindeki yaşamında varlığını ‘omuz omuza’ hissetmese de sözü ve nefesiyle yanında olduğunu bilmenin yarattığı dayanışma duygusunu gösterecek şekilde sıkı ve abartılı bir selamlaşma ve kucaklaşma seremonisi yaşatacaktır.

Doğru eş seçimi ile ‘liyakatini’ kanıtladığı için kayınpederine ait orta boy bir müteahhitlik şirketini yöneten Şahin ise “Aferin adama, erken gelip oturarak herkesi selamlaşmak için ayağına gelmek zorunda bırakıyor.” diyerek takdir dolu bakışlarla yanıma gelecek ve sarayında sanatçıları hamiliğine alan Osmanlı paşası edası ve hocasının çizmesindeki çamuru silen Fatih’in mağrur saygısı ile şairini kucaklayacaktır.

Lisede en akıllı ve çalışkanımız olan, ancak kendisinin aşırı güzelliği ve ailesinin aşırı gericiliği tarafından ‘erken evlilik’ şeklinde yazılan kaderi nedeniyle yaşamını ev kadını ve anne olarak sürdüren Şükran “İşte sanatçı duyarlılığı! Hiç kimse kendini yalnız hissetmesin diye erkenden gelmiş.” diyecek ve biz entellerin kabuğunu kazıdıkça açığa çıkan magma yangınının yalnızca yakan ama pişirmeyen ateşi yerine “basit, sade ve makul” olanın kıvama getiren sıcaklığının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlatacaktır.

“Unuttuğum var mı?” diyerek biraz önce bitirdiği monoloğundaki paragrafları saydı ve beş rakamına ulaşınca  “Vefa bir semt adı değildir!” diyerek rahat bir nefes aldı.

Liseden mezun olduktan yıllar sonra ‘süslü’ Leyla’nın “Bizim sınıf mezunlarının ‘geleneksel yılda bir’ toplantısında görüşelim” diyerek başlattığı ve şehrin en lüks restoranında organize ettiği yemeğe toplamda dokuz kişi katıldı. Bu fiyaskoyu dürüstçe üstlenen Leyla bir daha ortalıkta görünmedi. Sonraki birkaç yılda kimin organize ettiği anlaşılamayan anonim ‘yılda bir’ yemeklerine bazıları aileleri ile katılan az sayıdaki arkadaşın kakafonik muhabbetlerinden sonra cazibesi azalan yemeklere altı kişinin düzenli olarak kaç yıldır katıldığını hesaplamaya çalışırken masaya düşen kocaman gölgenin görsel gürültüsü ile dikkati dağıldı.

“Oğlum, sen hep böyle erken geliyorsan manitalarla aranın bozuk olması normal!” cümlesindeki davudiliğin Kadir’e ait olduğunu fark etti. Kadir, her zamanki teklifsizliğiyle bir yıldır biriktirdiği özlemin ağırlığının anlaşılması için bütün vücudu ile üzerine abandı. Kocaman elleri ile sırtında icra ettiği davul solo da bu dramatik karşılaşmanın fon müziğini oluşturuyordu.

Kankalık düzeyinde arkadaşlık her konuda mütekabiliyet gerektirse de davul soloya ancak naylon uçlu bagetle trampet ritminde cevap vererek “Bana oğlum dediğinden beridir erken geliyorum. Biyolojik babam olmasan da bazı genetik özelliklerin bana geçmiş galiba.” diyerek en azından espri düzeyinde durumu dengelemeye ve ‘oğlum’ hitabından çok da memnun olmadığını hissettirmeye çalıştı.

Seri adımlarla tam karşıya geçip oturan Kadir “Oğlum, yılda bir yemekte buluşuyoruz diye kalan 364 günde mundar mıyız?”  diyerek ‘sahne amiri benim ve akışı ben belirlerim’ pozuna büründü.

“İlk konuşan götü kurtarır, öyle mi?” diye cevaplayan Sinan, Kadir’in yüzündeki ifadenin sebebinin ‘göt’ sözcüğü nedeniyle muhabbetin maruz kaldığı irtifa kaybı mı, ‘asıl sen suçlusun ama ben susuyorum’ iması mı olduğunu anlamaya çalışırken “Selam beyler, rakı bardakları boşken yanaklarınızdaki kırmızıyı neye borçluyuz?” diyen Necmi’nin akademik sesi ortamı yumuşattı.  

Necmi’yle birlikte gelen Feyza da ses ve duyguların kısa molasını fırsat bilerek “Ruh ikizlerinin domates festivalini erken başlatmışsınız” cümlesini bir amazon mızrağı gibi iki domates yanaklının ortasına savurdu.

Sinan bir yandan Feyza ile kucaklaşırken bir yandan da “Kızım, illa İspanya’dan teşbih yapacaksan yakışıklı matadorların kırmızı yeleklerine kıran mı girdi?” salvosuyla muhabbetin beynelmilel boyutuyla ilgili iyi bir partner olacağını göstermeye çalışırken “Matadoru bırak, boğa bile sizin için iltifat olur!” tokadıyla Feyza’nın masada erkek egemen bir atmosfere izin vermeyeceğini bir kez daha anladı.

Bu esnada masanın karşı tarafında Kadir, tembel hayvan gibi göğüs nahiyesinde asılı duran Necmi’yi yere bıraktı ve bir anda tüm mekanı ele geçiren sesiyle “Ya doktorcum, şuramdan bir ağrı giriyor ve ta şuraya kadar…” diye parmağını omuz bölgesinden beline doğru kaydırırken, Necmi “Ne ruh ikizi, ruh öküzü bunlar! Oğlum, geçenlerde evin önünde de yaptın ya bu maymunlukları. Bizim kapıcının karısı beni tıp doktoru sanmış, benim doktorluğumun başka olduğunu anlatana kadar canım çıktı.” deyince, birbirlerini gerçekten seven eski arkadaşlar gibi gülmeye başladılar.

“Böyle güleceksek iyi ki gelmişiz” rehaveti ile hareketleri ağırlaşan Feyza ve Necmi, selamlaşma faslını tamamlamak için masanın diğer tarafına doğru hareketlendiler. Samimi arkadaşların ilk selamlaşmayı ‘abartılı ve gürültülü’ yapma baskısından kurtulmuş olmanın rahatlığı ve sonradan gelecek olanlar için barutu tüketmemek gerektiğinden selamlaşmalarını sıcak birer sarılma ile hallederek oturdular.

Karşılıklı olarak “eee nasılsınlar, eşler çocuklar nasıllar, işler nasıl gidiyorlar” ile oluşan hamam havası, meyhaneci Ali Abi’nin yeni gelenlerin ellerini sıkarak “hoş geldiniz, özlettiniz!” temalı yarma harekatı ile duruldu.

Hiç kimseye bakmadan herkese bakıyormuş izlenimi yaratan Ali Abi “Servise başlayalım mı?” diye sorduğunda, dördü birden “Olur” diyerek, sonradan geleceklerin olası “niye bizi beklemediniz!” sitemlerine karşı hep birlikte sorumluluk almış olmanın huzuru ve özgüven sahibi arkadaşlara sahip olmanın gururu ile arkalarına yaslandılar.

Hiç konuşmadan varılan uzlaşma sonucunda sözü alan Sinan “Abi, sen bize ne yap biliyor musun?” dedikten ve espriyi anladıklarını göstermek isteyenlerin gülmesi için yeterli bir süre bekledikten sonra “Peynir, kavun, ezme, humus… Ee her şeyi devletten beklemeyin arkadaşlar. Hadi biraz katılımcı demokrasi!” diyerek arkasına yaslandı ve Feyza’nın bol limonlu maydanoz, Kadir’in barbunya pilaki katkıları ile soğuk meze siparişi tamamlandı. Sinan’ın “Sıcakları diğerleri gelince söyleriz.” cümlesinin ardından Ali Abi’nin “Herkese rakı, değil mi?” sorusu ile masa aczmendilerin kafa sallama ayinine döndü.      

Ali Abi’nin işareti üzerine elindeki büyük rakı şişesi ile masaya seğirten garson ile Şahin az daha çarpışıyorlardı. Hemen arkasındaki Şükran’ı da koruyan bir hamle ile garsonu omuzlarından yakalayan Şahin “Acele etme gözüm! Bu açları doyuramazsın” diyerek Feyza’ya yöneldi. “Kız bu ne güzellik” ile başlayan selamlaşma faslı, Şükran’ın masanın öbür tarafından “Ulan hayırsız…” girizgahı ile başlattığı huruç harekatının nal sesleri ile karışarak uğultuya dönüştü ve Feyza ile Şükran’ın yapışık iki bedenin uzun süre sağa sola sallanması ile gerçekleşen ‘azınlık dayanışması’ temalı gösterilerine odaklandıktan sonra azalarak bitti.

“Arkadaşlar biz mezeleri söyledik. Eklemek isteyen varsa… Rakıdan başka şey içecek terbiyesizler elini kaldırsın…” nidaları arasında, çerkez evinde bir türlü doğru yere oturmayı başaramayan misafirler gibi dönendikten sonra, masanın bir yanına Feyza, Sinan, Şahin; diğer yanına Şükran, Kadir, Necmi düzeninde oturdular.

Yeni gelenlerle yapılan hal, hatır sohbeti ile rakıların servisi aynı anda bitti. Cep telefonunu garsona veren Kadir “Arkadaşlar, bu bizim son akşam yemeğimiz olabilir. Suçumuzu kayıt altına alalım. Şerefe!” diyerek afili bir poz verdi.

Herkes bu poza ve garsonun elindeki telefonun konumuna uygun bir pozisyon almak için hareketlendi. Şükran rakı kadehini ortada oluşan bardak piramidinin üstüne doğru uzatırken “Ne saçmalıyorsun sen!” diye yanı başındaki Kadir’e şarladı.

“Kızım, kötü anılar çabuk unutuluyor. Seçim sonuçlarını ne çabuk sindirdiniz böyle!” diyen Kadir, bir kez daha ‘sahne amiri’ olarak gündemi belirlemenin hazzını yaşarken, garsonun cep telefonunu uzatması ile sahne ve amirlik sona erdi.   

Bir mecburiyeti daha geride bırakmış olmanın huzuru ile yerlerine oturanlar, Şahin’in “İki gözüm, yılların garsonusun. Sormadan rakıya buz atılmayacağını kimse söylemedi mi sana?” fırçası ile irkildiler.

Suçunu anlamaya çalışan garsonun şaşkın bakışları arasında kadehini uzatan Necmi “Al oğlum, bu rakı buzsuz.” diyerek konuyu dağıtmaya çalıştı.

Şahin’in “Ya birader, rakıya buz koymak cinayettir diyoruz, bir türlü dinle…” cümlesini tamamlamasını beklemeden mevzuya bodoslama dalan Feyza “Çakma sosyete! Her gün birçok insan gerçekten öldürülürken ‘cinayet’ sözcüğünü aklına getirmeyen beyimiz, rakıya su katılınca Komiser Kolombo gibi cinayeti aydınlattı ve savunmasız bir emekçiyi aşağılama hakkını dibine kadar kullandı.”

Şahin “Aman ya! Bu ‘kızıl’ ilk cümlede halk mahkemesini kurdu. Kır kalemi, kes cezayı, yaşamayı neyleyim!”

Feyza “Bari şarkılarımızı kötü emellerine alet etme.”

Şahin “Ne bileyim ya! Sizin yörelerden söylersem cezada indirime gidersin diye şansımı denedim. Ayrıca, sizin cemaatten üstatlar söylüyor ‘rakıya buz atılmaz’ diye.”

Tartışmanın gereksiz uzadığı ve söyleyeceği bilgi ile sorunun sonsuza kadar çözüleceği hissini yaratan bir ses tonuyla söze giren Necmi “Şahin doğru söylüyor Feyza. Rakıya atılan buz parçası katı haldeyken içtiğin yudumdaki rakı-su oranı ile buz eridikten sonraki oran farklılaşıyor.”

Verdiği bilgiyle huşu olmasını beklediği Feyza’nın “Eeee?” diyen mimikleri ile karşılaşan Necmi, ilk doktora jürisinde soruyu dahi anlamadığı halde cevap vermeye çabaladığında jüri üyelerinin yüzlerinin aldığı şekli hatırladı. “Yani, damak zevki gelişmiş olanlar…”

Cümlesini tamamlamasına fırsat vermeyen Feyza’nın “Cinayet nerde beyler!” diye höykürmesi üzerine Necmi’yi düştüğü çukurdan kurtarmak için davranan Sinan “Beyler, fazla kanırtmayalım isterseniz. Size kalsa rakı içmeye smokinlerimiz ile kırmızı halıdan geçerek gelmemiz gerekecek.”

Kadir, reklamcılığın kazanılmış bir genetik özellik olduğunu düşündüren tarzıyla “Arkadaşlar, rakı içmeye senfonik konser muamelesi yapmayın lütfen. En yakışan mezesi arabesk ve sanat müziği olan bir içkiden bahsediyoruz.”

İstediği zaman her düzeydeki sohbete katılabildiğini defalarca kanıtlamış olan Şükran “Sanat müziğine burun kıvıramazsınız! Klasik müzik kiliselerde çalınırken sanat müziği saraylarda terennüm ediliyordu.”

“Şükran Teyze, biz gençlerin anlayacağı dilde konuşursan mütehassıs oluruz.” diye zevzeklik yapan Kadir, iki çocuk annesi ‘ev kadını’ Şükran’ın yaşıyla ilgili sataşmalardan asla etkilenmeyeceğini düşünürken, Şevval Sam’ın yumuşacık sesi ile mekana yayılan ‘Söyleyemem derdimi’ şarkısını duyunca “Meyhaneci Ali bizim masayı mı dinliyor?” diye aklından geçirdi. Eş zamanlı olarak düşünmeyi başardığı “Bu albümde ilk önce sözsüz bir peşrev var. Müziğin başladığı en az iki dakika olmuş.” tespiti ile gurur duyarak paranoyasını kenara bıraktı ve “Arkadaşlar, nasıl ki günlük yemek kültürümüzü ‘gurme’ düzeyinde yaşamaya kalkarsak hayat çekilmez olursa, içkiyi de ‘büyükelçi’ raconuyla içersek keyfinin azalacağı muhakkak.”

Şahin “Maksat muhabbet olsun, rakı bahane” diye araya girince, Feyza ‘bir ayağı öfkede’ ses tonuyla “Şahin, sen ağayla marabanın ‘biz bu boku neden yedik’ fıkrasını biliyor musun?” diye sordu.

Şahin “Bok yemek bizim fıtratımızda yok ablacım!”   

Feyza “Abicim, cinayet muhabbetiyle ortalığı karıştırdın. İki dakikada ‘rakı bahaneye’ bağladın. Bu fıtratın adı ne?” deyince, Şahin soruyu içinden tekrarladı.

 

******

 

İstediği hayat bu muydu? Eğitimini gördüğü konunun dışında bir işle iştigal ediyor olmak; fırsatları değerlendiren esnek bir duruş mu, ne istediğini bilmemek mi, yalnızca başarıya ve kazanmaya odaklı bir stratejinin sonucu muydu?

Soruda ısrar ederse, derinlerden gelecek cevabın ne olacağını kestirdiği için sessizliği tercih ediyordu. Ayrıca, sevdiği kadınla yaptığı evliliğin motivasyonunun başarı ve kazanç olduğu konusunda genel bir uzlaşma olduğunu hissediyordu. Kendisinin de zengin bir kadınla evlenmeyi, geleceğini kurtarmanın kolay ve garantili yolu olarak gördüğünü bilmek hiç hoşuna gitmiyordu.

Sonuçta, O başarılı bir müteahhitti. Evler, siteler, toplu konutlar yapıyor; ihaleler alıyor; suyun başındaki etkili yetkililerle ‘işin doğası’ sayılan ilişkiler kuruyor ve tekerin dönmesini sağlıyordu.

Dışarıdan bakıldığında özel bir eğitim gerektirmeyen, hatta hiç eğitim gerektirmeyen bir işin meslek olarak bu kadar karizmatik olması garip geliyordu. İlkokul mezunu erkek çocukların, babaları tarafından alınan taksilerin arkasına ‘babam sağ olsun’ yazarak hayatlarını kazanmasına benziyordu.

Bütün işletmelerde patronların olmazsa olmaz tek özelliklerinin sermaye sahipliği olduğunu; sermayenin kazanılmış ya da çalınmış, helal ya da haram, yasal ya da kara para olmasının hiçbir önemi olmadığını; önemli olanın miktarı olduğunu kendisi de biliyordu.

Aksi takdirde, ülkenin en iyi üniversitelerini dereceyle bitirmiş mimarların projelerini, en başarılı inşaat mühendislerinin gözetiminde; en deneyimli usta, kalfa ve amelelerle binalara çevirme sürecindeki katkısının arsa, malzeme, izin ve ruhsat temini gibi lojistik işlerle sınırlı olmasına rağmen adının başrol olarak en başa yazılmasını ve gişe hasılatının aslan payının kendisine ayrılmasını açıklayamazdı.

Ama, bildiği büyük patronların çoğu üretime hiçbir katkı sunmadan, purolarını tüttürüp viskilerini yudumlarken, saray yavrusu evlerinde sanat koleksiyonları için tarihi eser kaçakçılığı yaparken, aşırı lüks ve ölçüsüz bir hedonizm içinde yaşarken; kendisi bütün mütevaziliği ile lise arkadaşlarıyla salaş bir meyhanede buluşuyor ve bütün içtenliği ile katıldığı sohbette maruz kaldığı sataşmalarla başarılı olmanın kefaretini ödüyordu.

Her zaman ve her konuda ailelerinin ve çevrelerinin gurur kaynağı olan; eğitim sürecinin her aşamasını parmakla gösterilecek bir başarı ile tamamlayan; bütün yasalara, kurallara uyan; sanat, bilim, spor konularında kendini geliştirmiş; esprili, hoşsohbet, nazik, humor sahibi birçok insana göre çok daha başarılı sayılmasının ve daha varlıklı bir hayatla ödüllendirilmesinin vicdanında gölge oluşturmadığını söyleyemezdi.

Açık açık bindiği dalı kesmeye çalışan ‘kızıl’ arkadaşlarına her konuda yardımcı olması, arkadaşlığını ısrarla ve fedakarca sürdürmesinin de işi ile karakterini birbirine karıştırmadığının kanıtı olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu bakış açısının modern zamanların sadaka veya zekat ile günah çıkarma anlayışı olarak değerlendirilme ihtimalini de gözden uzak tutmuyordu ama özünde iyilik olan davranışları günah çıkartma ya da ruhu arıtma gibi nedenlere bağlayanların insanlık alemindeki toplam iyilik miktarının artmasına katkı sağlamadıklarından emindi.

Kent topraklarının özel mülkiyete konu kıt bir mal olması, yatırım aracı olarak boş tutulması, üretilen konutların ve inşaat malzemelerinin ticarete ve spekülasyonlara konu olması, lüks konut tüketimini özendiren ölçüsüz gelirlerin ve gösteriş merakının artarak sürmesi halinde işinin tıkırında gideceğinden de emindi. Ama yine de masadakilerden çoğunun hayatına neden özendiğini çözememenin huzursuzluğunu yaşıyordu.

Hep daha çok ve daha büyük olanın peşinde geçen bir hayatın da çoğaldığından ve büyüdüğünden emin değildi. Devasa beton bloklar içinde kullanmadığımız birçok alanı kullanmadığımız eşyalarla doldurup ‘yuva’ demenin; yasal sınırın birkaç katı hız yapabilen, kent içinde park ve manevra imkanlarını azaltan boyutları ile hayatı zorlaştıran arabaların; sınıfını ve kastını belli etmekten başka işe yaramayan, pahalı olmaktan başka özelliği olmayan, çoğunlukla zevksiz ve kullanışsız süs eşyalarının; zirveye çıkma veya zirvede kalma geriliminin Sisyphos’un laneti gibi biteviye yinelendiği bir atmosferde varlığı hissedilen kıskançlık, haset, fesat, kin, nefret benzeri rekabetçi ve üretken(!) duyguların iyi ve nitelikli bir hayatı temsil etmediğini biliyordu.

Ama bu dünyada durmak düşmek demekti. Kazanmak ve daha çok kazanmak bir araç olmaktan çıkıp amacın kendisi haline geliyordu. Hep ve sürekli büyümeyenler; hep, sürekli ve daha çok büyüyenler tarafından ya yutulup yok ediliyor ya da parlak dünyalardan daha mat ve tali dünyalara sürgün ediliyorlardı.

Arkadaşlarıyla oturduğu masa gözünde bir ruh çağırma seansına dönüştü. Sözcükler fincanın gösterdiği harfler gibi uçuşarak sıraya girdiler ve yalnızca masanın kolektif ruhu tarafından bilinen sır okunur hale geldi: Hayat yeni, parlak, pahalı enstrümanlara sahip olmakla değil; enstrümanlardan çıkan seslerin uyumlu ve kaliteli bir “beste” olmasıyla güzelleşir!

 

******

 

“Bu muhabbet fazla uzadı.” diye düşünen Şükran, Kadir’e dönüp “Sen son yemek, seçimler falan diyordun. Anlat hele!” diyerek sahneyi değiştirdi.

‘Sahne amiri’ rolü elinden gitse de başrolü aldığına sevinen Kadir “Abi, benden başka dertlenen yok mu? Adamlar dinamitle yol açar gibi bombalarla açtılar iktidar yolunu.”

Necmi “Sonunda hep beraber geldik mi ‘güce tapan halk’ durağına! Yılların suni dengesi, şimdi ‘sunni denge’ olarak arz-ı endam etti.”

Feyza “Ne dengesi abi, bildiğin ‘sunni dengesizliğinin’ sonuçlarını yaşıyoruz.”

Şahin “İnançlara saygısızlık yaparak iyi bir dünyayı nasıl kuracaksınız?”

Sinan “Burada kimsenin inancına saygısızlık yapılmayacağını çok iyi biliyorsun. Yıllardır her alanda uygulanan politikalar sonucunda ‘sunni Türkler’ sağcıdır; aleviler, Kürtlerin bir kısmı ve yaşam biçimini dert edinen şehirli, okumuş bir azınlık da solcudur fikrini doğa yasasıymış gibi kabullendik. Bu denklem sayısal bir dengesizliği kalıcılaştırmıyor mu?”

Kadir “Peki, demokratik bir yarışma sonucunda toplumdaki yaşam biçimi seçeneklerinden birinin çoğunluğu oluşturduğu görüldüğünde, diğerleri bunu kabullenmeyecek mi? Demokraside ‘mağlubiyet’ yok mu?”

Feyza “Abicim maç mı bu? Ayrıca Fener Galatasaray maçında, diyelim Fener yenince Galatasaray kulübü renklerini sarı-lacivert yapıp kulübü kapatıyor mu?”

Kadir “Feyzacım, dominant teyzeliğinle yeterince bunaltıyorsun, bari futbol bize kalsın.”

Feyza “Alın başınıza çalın! Zaten anlayacağınız örnek bulmak için dibe inmekten yoruldum.”

Sinan “Gördüğün gibi futbol yalnızca futbol değildir. Bazen arkadaşının mallığını gösteren bir aynadır. Ben çok oy aldım, öyleyse hepiniz benim gibi yaşayın demenin adı demokrasi değil faşizmdir!”   

Şükran “Ama arkadaşlar, o insanlar da kendi hayatlarını yaşamak istiyorlar. Bu suç mu?”

Necmi “Şükrancım, bence de konunun özü ‘suç’ sözcüğü. Herhalde özgür toplumun en özet tanımı, konusu suç olmayan her şeyi her isteyenin yapabildiği toplumdur...”

Kadir “Çözdüğünüzden daha büyük bir sorun yarattınız. ‘Suç’ ne demek ve kime göre belirlenecek?”

Boşalan bardakların doldurulması ve barbunya pilaki ile humusun tazelenmesi için verdikleri molayı fırsat bilerek ‘gelenekselleşen’ balık siparişlerini de hallettiler.

Necmi “Öncelikle uzlaşmamız gereken konu, her toplumun bir sözleşme yaparak birlikte yaşamanın kurallarını koyması gereğidir.”

Şükran “Anayasa gibi mi?”

Necmi “Aynen.”

Şahin “Peki herkesi ikna edecek bir anayasayı kim, nasıl hazırlayacak?”

Necmi “Valla, insanlığın bulduğu yöntemlerin ilki darbe veya devrim sonrası oluşan kurucu meclisler eliyle, ikincisi demokratik parlamenter sistemlerde meclis yoluyla...”

Kadir “Ama her durumda ikna olmayan memnuniyetsizler olacak.”

Sinan “Madem muhabbet iyice panele döndü, ben de damardan gireyim. Sınıflı toplumlarda herkesi memnun edemezsin. Uzlaşmaz karşıtlık içinde olanların bulunduğu her yer ve durumda birinin memnuniyeti diğerinin memnuniyetsizliğine dönüşür.”

Feyza “Bu durumda, en iyiyi seçmek için, toplumun en fazla kısmının iyiliğini sağlayan öneriyi belirlemek gerekir. Bardağın her durumda boş ve dolu tarafı olacaksa, en az boşluk bırakanın daha değerli olduğunu kabul etmek gerekir...”

Şahin “Siyasetin görecelilik yasası.”

Necmi “Suç meselesine dönersek, neredeyse tüm dinlerin de emri olan öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, taciz-tecavüz etmeyeceksin, ayrımcılık-ırkçılık-nefret suçu işlemeyeceksin gibi evrensel kabul görmüş konularda sorun çıkmayacağını düşünebiliriz. Tartışmanın çıktığı alanlar örneğin sömürü suç mudur gibi siyasi konular ile…”

Şükran “Sömürü tabi ki suçtur. Sömürü serbesttir diyen bir düzen var mı?”

Feyza “Mülkiyet hakkı, girişim özgürlüğü, serbest rekabet, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler deyince, suçu bırak, kutsal bir hak haline geliyor...”

Şahin “Bu saydıkların olmadan da dünya dönmüyor.”

Sinan “İşte! Siyasi bir konuda siyasi bir tavır. Kuşatmadan, saldırmadan, savaşmadan, Hitler karşısında son ana kadar yalnız bırakıp tükenişini seyretmeden, soğuk savaş yöntemleri ile altını oymadan şans verdin de mi olmadı?”

Şahin “Mesele yalnızca dış etkenler değildi ki! İçeride de bir sürü…”

Feyza “Abi! Bu temcit pilavına doyamadınız gitti. Her şey doğru yapıldı diyen kimse yok. Sinan’ın saydığı nedenleri bir yana bırak, on yıllardır nelerin yanlış yapıldığına ilişkin özeleştirilerimizle kendimizi o kadar dövdük ki ‘keçenin teri’ belgeseli solda sıfır kalır. Ama beş yüz yıldır tüm dünyada engelsiz egemen olan kapitalizm sorunsuz, krizsiz işliyormuş, her şey yolundaymış gibi anlatıyorsunuz ya, insaf!”

Şükran “Necmi, anayasa konusunda cümlen yarım kaldı…”

Necmi “Aslında en önemli mesele kamusal alanı ve orada uygulanacak kuralları belirleme yetkisi ile ilgili. Orwell’in 84’ü ya da ev basan din polisi gibi uygulamaları ihmal edersek, düzene açık tehdit oluşturmadığı sürece insanların özel hayatları mahalle baskısının insafına bırakılıyor. Birlikte yaşamanın kurallarla mümkün olduğu açık. Tartışmanın konusu, kurallar ikna gücünü dünyadan, bilimden, deneyimden, ihtiyaçtan mı yoksa dinden mi alacak?”

Mekanda dolu olan dört masanın kendilerine en yakın olanında oturan üç erkekten en yakışıklı görünenin Şükran’a yönelik ilgisini fark ettiğini ve çizgiyi aşarlarsa ne gerekirse yapacak tıynette olduğunun anlaşılmasını sağlayacak kadar dik bakan Kadir, bakışlarını masaya çevirdi ve “Arkadaşlar! ‘yılda bir’ yemeği mi, fikir kulübü toplantısı mı? Bu kadar siyaset yeter.”  

Şahin “Reklam spotu çıkaramadın diye muhabbete limonu sıktın hemen. Oğlum, en başarılı reklamcılar solcu muhabbetini anlayıp süzebilenlerden çıkıyor. Sen çok mal çıktın. Bak ben yıllardır bunlardan öğrendiklerimle başarılı bir kapitalist oldum.”

 

******

 

Kadir, Şahin’in gözünde ne zamandan beri solcu olmadığını merak etti. Oysaki gençliğinde masadakilerin tümünden daha hızlı solcu olarak bilinmiyor muydu? Genelevde piyanist olmaktan daha dezavantajlı(!) bir mesleği olduğu iması hiç bitmeyecek miydi? Sanki diğer mesleklerin hepsi piyanolarını en nezih ve temiz yerlerde çalıyorlardı da bir tek reklamcılık her durumda ahlak zabıtasının yetki alanında kalıyordu.

Reklamcı denilince ilk akla gelen özelliklerin parlak bilişsel ve sosyal zeka; bir yanıyla sosyolog bir yanıyla psikolog yetkinliğinde gözlem yeteneği; her sözü spot, slogan veya motto sayılan bir ifade yeteneği olduğu ortak kabul olmakla birlikte son tahlilde “ağızda kalan” tadın yalnızca kandırma ve ikna yeteneği, profesyonel yalancılık olmasını sindiremiyordu.

Suçluları korumak için her türlü yalanı meşru gördüğü düşünülen avukatlık mesleğinin kaderine benzer şekilde, zenginlerin malını satmak için her türlü dolabı döndürdükleri fikrinin bu denli kabul görmesinin nedenlerini anlamaya çalışıyordu.

Toplumsal yaşama katkılarının üretenler ya da üretim sürecini yönetenler, üretilenleri sayanlar, kontrol edenler, koruyanlar, dağıtanlar kadar olmadığını biliyordu. Üretken emek, ölü emek gibi tartışmalara girilirse günümüzde çok az mesleğin alnının akıyla çıkacağını da biliyordu.

Sonuç olarak, hali hazırdaki ürün karmaşasının çok önemli bir kısmı gerçek ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olmayan ve vazgeçilebilir ürünlerden kaynaklanıyordu. 

Merkezi planlama yoluyla hayatımızı, ihtiyaçlarımızı, üretimimizi planlayabileceğimize hala inanıyordu.

Klasik İktisat kuramındaki “üretim olanakları eğrisi” grafiğine göre kaynakların sabit olduğu durumda ürünlerden birinin üretimini artırmanın koşulunun, diğerinin üretimini azaltmak olduğunu hala hatırlıyordu. Yani yaptığımız seçimler “seçime konu etmediğimizi düşündüğümüz alanları” da etkiliyordu. Kısıtlı kaynakları bir yere özgülediğimizde, başka alanlarda kaynak ve üretim sıkıntısı yaratıyorduk.

Bu durumda, insanlığının en temel ihtiyaçları olan beslenme, barınma, eğitim, sağlık,  güvenlik, kendini gerçekleştirme gibi konularda tatmin edici ilerlemeler sağlanana kadar kaynakların temel ihtiyaçlara yoğunlaştırılmasının “kardeşliğin ve vicdanın” gereği olduğunu; planlamanın teknik, ekonomik, istatistik vb. değil öncelikle “vicdani ve insani” bir konu olduğunu reddedemezdi.

Bilgisayar, internet, neredeyse sınırsız işlem kapasitesi, iletişim teknolojileri, uydu, sosyal medya, veri toplama ve işleme kolaylığı, modelleme ve simülasyonlarla olası risklerin ve hataların erken teşhisi gibi olanakların da günümüzde planlamayı çok daha verimli ve rasyonel bir yöntem haline getirdiğini biliyordu.

  Ama bildiği bir şey daha vardı. Kendisini çevreleyen dünyada yaşıyordu ve yaşamayı sürdürmek için çalışmak zorundaydı. Dünya ekonomik bunalımı döneminde bir grup insana çukur kazdırmak, sonra başka bir grup insana bu çukurları doldurtmak yoluyla insanları istihdam etmek ve gelir transfer ederek talebi canlandırmak yolu dahi denenmişti. Boşuna bile olsa da çalışmak zorundaydık.

Diğer yandan da yaptığımız işi ve varoluş biçimimizi hayatta kalmaya yetecek kadar olumlamak zorundaydık. Bürokratik yapıların kendisinin bir amaca dönüşmesi, çıkarlarını korumak üzere koşullanması anlamındaki Parkinson Yasası uyarınca meslekler de kendilerini methetmeliydiler. Reklamcılığın bu methiye işini hakkını vererek hatta abartarak yapması nedeniyle önemli bir sektör haline gelmesi kendi suçu değildi.

Kapitalist sistemin durursa düşecek olan bir bisiklete benzetilmesi hiç de yersiz değildi. Her durumda tekerlekler dönmeliydi. Bisikleti sürenler sermayedarlar ise, kenardan “haydi” diye tezahürat yapan ve sürücülerin lojistiğini sağlayan yancılar da reklamcılar ve onların çıkarlarını korumaya koşullanmış devletti. Her yancının biraz da yalaka olması işin doğasıydı. Ama çalışma yaşamı başka türlüsüne izin vermiyordu. Kendi işinin başında patronsuz çalışıyor diye özenilen serbest meslek erbabı bile “müşteri daima haklıdır” zihniyeti ile yalakalık yapmak zorunda kalıyordu.

Üzerine bindirilmediği ve sürmesine izin verilmeyen bisikletin düşmemesi için canhıraş bağırışlardan dolayı hissettiği gırtlak sancısı canını yaksa da ne modanın ne tüketim çılgınlığının ne sevgililer gününün mucidi kendisi değildi.

Ayrıca keyifli yaşamak gerekliydi. Dans edemediğim devrim, devrim değildir derken bunu anlatmıyor muyduk? Salazar Portekiz’de “3 F” kuralı ile faşizmini sürdürdü diye futbol, fiesta (eğlence) ve fado’dan (müzik) vaz mı geçecektik?

Endüstrileşmiş halleri başka amaçlara hizmet ediyor diye bu güzellikler terkedilebilir mi? Nobel’in ya da Einstein’in buluşları barışçı amaçlarla kullanılmadı diye bilimden vaz mı geçtik?

Futbol, müzik, eğlence, sanat, estetik, hobi, boş zamanı istediğin gibi geçirme fırsatı yaşam EKG’mizin girinti ve çıkıntılarını oluşturuyordu. Bu zigzagların olmadığı düz çizgi; tutarlı, ilkeli, ağırbaşlı, vakur bir yaşamı değil ölü bir bedeni simgelerdi.

Solculuk, siyah beyaz bir yaşamı savunan Mormonluk derekesinde algılanacak bir bitkisel yaşamın değil, her rengin ve hareketin içinde özgürce ve kaotik şekilde yer alabileceği, insanların her türlü yeteneğini ve varoluş potansiyelini özgürce gerçekleştirebileceği kozmik bir varoluşun ifadesi olmalıydı.

Kozmik sözcüğü evrensel anlamının yanı sıra “haber alma ile ilgili” anlamına da geldiğine göre; haber almak, haberdar olmak amacıyla kullanılan reklam sektörünün de bu kadar aşağılanmayı hak etmediğini düşündü.

Bir filmde söylendiği gibi, hak etmediği bir şeyi istemeyen kimseyi dolandıramazdınız. Kendini ve gerçek ihtiyaçlarını bilen tüketicilerin de kandırılması pek mümkün değildi.

Reklamcılar kullanım değeri olmayan ya da o zamanda o yerde ihtiyaç olmayan ürünleri pazarlamak ve gerçekte var olmadığı halde “ihtiyaç yaratmak” gibi ikna yöntemlerini kullanıyor olsalar da bilinçli tüketiciyi haberdar etmek ve seçenekleri göstermek konusunda kamusal bir hizmet de veriyorlardı. En azından bu anlamda işe yaradığını düşünerek rahat bir nefes aldı.

 

******

 

Kadir Feyza’ya dönerek “Feyza ya, garibim Sinan aylardır tek tabanca. Kızım hani arkadaşlar böyle günler içindi?”

Feyza “O dediğine arkadaş demiyorlar oğlum! Abazan ağzıyla beni mi kandıracaksın?”

Kadir “Ablacım, adam fişek gibi aşk şiirleri yazıyor ama ortada aşk yok?”

Şahin “Şiirler feyk yani. Aşkın Kütahya porselen hali...”

Sinan “Arkadaşlar, birebir yaşadığını yazana vaka-i nüvis diyorlar. Hadi canım, biraz da bildiğiniz konulardan konuşun...”

Şükran “Abicim! Aşkı mı bilmiyoruz, şiiri mi?”

Sinan “Zaten birini bilene diğeri hediye.”

Şükran “Peki abicim! Şair olduğuna göre, demek ki aşk konusunda da uzman sayılırsın…”

Sinan “Uzman sözcüğü kulağa hoş gelmiyor. Hakkını vererek çiçek koklamak için botanikçi olmak gerekir gibi...”

Necmi “O zaman herkesin kendi meşrebine göre yapabileceği ve ‘başardım’ diyenin başarılı sayılması gereken ‘tümüyle kişisel’ bir etkinlikten söz ediyoruz.”

Feyza “Ne yani? Kavramsal düzeyde bile tanımı yok mu? Herkesin kafasına göre yaşadığı ve adını ‘aşk’ koyduğu her şey aşka dahil mi?”

Necmi “Bence aşk fil gibi. Herkes tuttuğu yerden tarif ettiği için ne olduğu tam olarak anlaşılmıyor ama tanımların hepsi de aşkın bir tarafını anlatıyor...”

Şahin “Arkadaşlar, bu kadar belirsizleştirip de değerini ve önemini sorgulatmayın. Aşk, hayatınızdaki ‘en önemliler ya da yangında ilk kurtarılacaklar’ listesinin bir numarası için hissettiklerinizdir.”

Şükran “Listenin başına yazıp yangın çıkana kadar hatırınıza gelmeyen kıymetliler yani.”

Kadir “Anlaşılan enişte bey ‘ihmal imtihanlarından’ yüksek not almış.”

Şükran “Allah aşkına! Birisi şu reklamcıya normal konuşmayı öğretsin. Beni ihmal edecek adamın alnını karışlarım!”

Kadir “Biz reklamcılar bu duruma oksimoron diyoruz.”

Şahin “Oğlum hakikaten normal konuş ya!”

Kadir “Sessiz çığlık, beyaz karanlık gibi bir arada olmaları mümkün olmayan kavramlardan bahsediyorum. Hem Şükran’ı ihmal edeceksin, hem de adam olacaksın, bu olmaz!”

Şükran “Normal konuşmayı öğrenemedin ama anormal yalakalık yapabiliyorsun...”

Kadir “Mesleki deformasyon!”

Necmi “Sizinki deformasyon değil, bildiğin formasyon oğlum. Doğru olması gerekmez ama dikkat çekecek kadar janjanlı olmalı!”

Feyza “Aşk Fili’ni ortada bıraktın. Bu reklamcı ile kapitalist dişlerini sökerler valla…”

Kadir “Kürk Mantolu Madonna’da resimde gördüğü kadına aşık olan adam gibi, daha önceden bilerek ya da farkında olmadan kafamızda canlandırdığımız ‘aşkımızı’ gerçek hayatta gördüğümüzde mekanizma işlemeye başlıyor. Tanıdığı ve sevdiği birini gören insanın iç sıcaklığı ve göz parlaklığının abartılı ve süreğen haline aşk diyoruz...”

Feyza “Anlattığın karşıdakinin anladığı kadardır. Bu durumda aşk da onu yaratan ve yaşatanın ‘tahayyülü’ kadardır.”

Şahin “Kiminle olursan ol, aslında aklındaki ilesindir.”

Sinan “Vay! Aşkın metafiziği… Dışarıda ve gerçekte ne olursa olsun gerçek benim gördüğümden ibarettir diyorsun.”

Necmi “Başka bir açıdan da çok materyalist bir bakış açısı. Her zaman ve durumda geçerli mutlak gerçek yoktur ve muhatap olduğumuz gerçeği oluşturan sayısız parametreyi aynı anda analiz edemeyiz. Ayrıca Görecelilik ve Kuantum teorilerine göre gözlemcinin konumu ile gözlemin sonucu arasında ilişki var. Yani güzelliğin on para etmez şu bendeki aşk olmasa!”

Şükran “Aslında keli sırma saçlı, körü badem gözlü yapan gönül gözleri olmasa, yüzde doksan dokuzu Victoria’s Secret mankeni ya da Biskolata erkeği olmayan insancıkların samimi ve yoğun aşk yaşamaları mümkün olmazdı. Yani her kelin bir kör alıcısı olması da türümüzün devamını sağlayan bir sigorta olmuş...”

Sinan “Cehalet mutluluktur derler ya! İki gönül bir olduğunda mekan samanlıksa sonuç seyran oluyor. Çünkü kıçına batan samandan başka kafayı karıştıracak bir şey yok. Kuyunun dibinde yaşayanlar gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görürler.”

Şahin “Talep ne kadar azsa arz o kadar yeterli oluyor.”

Feyza “Bak buradan da ‘zenginlik çok zor! Asıl yoksullar mutlu’ya bağlarsan üstüne zıplarım valla!” 

Şahin “Yok be! Sevgi emektir diyecektim asıl. Ama emeği de parasını verip satın alabiliyorsun…”

Feyza “Tabi ki sevgi emektir. Nasıl ki ifade etmediğin düşünceni senden başka kimse bilemezse, sevgi de emek vererek sonuç doğurur, anlaşılır, algılanır. Yalnızca kalbinde kalan sevgi ile yalnızca beyninde kalan düşünce aynı oranda soyut ve işe yaramazdır.”

Sinan “Selvi Boylum Al Yazmalım’dan hep bu repliği hatırlarız. Bu cümlenin öncesi de var: sevgi iyiliktir, dostluktur!”

Necmi “Tabi ya! Emek vermeden, iyiyi ve kötüyü paylaşmadan, destek ve dayanışma göstermeden iyilik ve dostluk olmaz ki!”

Kadir “Demek ki ‘bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diyerek niyet etmen, hayatını iyilik ve dostlukla arındırarak abdest alman gerekiyor ki sevgi namazını kılabilesin…”

Şükran “Eee, bizler toplumsal koşulların ürünü isek; niyetimiz tutulmuş, abdestimiz alınmış değil mi?”

Necmi “Öyle işin kolayına kaçmak yok. Tümüyle önceden belirlenmiş bir hayatı yaşamıyoruz. Altyapı-üstyapı tartışması zor bir konudur. Bizim Sakallı, konuyu anlatırken, vurgulamak babında çubuğu altyapıya doğru fazlaca büktüğünden kafalar biraz karışmış. Hayatın içinde deterministik denilen gelişmeler olduğu gibi irademiz ile belirlediğimiz gelişmeler de var.”

Şükran “Külli irade, cüzi irade gibi bir şey mi anlatıyorsun?”

Necmi “Evet! Her şeyi irademiz ile yönlendiremeyiz. Altyapı tarafından belirlenen iradenin belirli bir gelişkinlik düzeyinden sonra dönüp kendini oluşturan altyapıyı etkileme, değiştirme gücü kazandığını kendi hayatlarımızdan bile biliriz. Belirli bir yaşa kadar bizi yetiştiren çevreyi taklit ederek büyürüz. Çevremizde duyduğumuz dili öğrenir, anladığımız kadarıyla rol modellerimizin bakış açılarını, davranış kalıplarını, değerlerini, geleneklerini ve rutinlerini benimseyerek büyürüz. Zaman içinde dış dünyadan aldığımız bilgi ve uyaranlar arttıkça ve çeşitlendikçe seçimler yapmaya başlarız...”

Sinan “Kişiliğimizin ana çizgileri ilk beş, altı yılda şekillenmiş oluyor. Bu temel arka plan olarak veya bilinçaltında hep varlığını sürdürüyor. Bir de genetik etkenler var.”

Necmi “Doğru. Çevrenin etkileriyle biçimlenen kimliğimizin yanı sıra bir dizi sınırlamalar, genetik aktarımlar ve başlangıç maddilikleri de var. Ayrıca marazi durumlar da olabilir. Ama normal koşullarda, hazreti diyalektiğin izin verdiği ölçüde, emek vererek kendi hayatımızı kurduğumuz gibi sevgimizi de kurabiliriz.”

Sinan “Üstüne düşeni, elinden geleni yapmak anlamında tamam, ama sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil.”

Feyza “Sen sevgini elinden geldiğince güçlü ve görünür hale getir, sonrasının garantisi yok.”

Kadir “Bir insanın başına gelebilecek en güzel şey aşığının maşuku olması!”

Şahin “Yani?...”

Kadir “Senin aşık olduğun kişinin de sana aşık olması durumu...”

Şahin “Bildiğin cennet yani!”

Sinan “Hem de dört köşe cennet. Bir kere sen aşık olmuşsun, bu cennette bir köşe. Sana aşık olan biri var, bir köşe de buradan aldın. Aşık olduğun kişi ile sana aşık olan kişi aynı, üçüncü köşeyi kaptın. Bir de kavuşmuşsanız, al sana dört köşe cennet.”

Şahin “Aynı anda birden fazla aşkı yaşadığını söyleyenlere ne diyorsun?”

Necmi “İki tane dört köşe eder sekiz köşe. İslamiyet’te sekiz köşeli yıldızın da sekiz cenneti simgelediği söylenir. Birden fazla evliliğe de izin olduğuna göre müslümanlara cennet getirebilir… Üst üste konulmuş iki kareden oluşan sekiz köşeli yıldız Orta Asya’da üzüntü ve cefa sembolü olarak kullanılmış. Üzüntü ve cefa da getirebilir. Bir de polis armasında sekiz köşeli yıldız var ki yasak aşk nedeniyle polis baskını yiyebilirsin demektir...”

Şükran “Kafana göre fetva alamadın galiba?”

Kadir “Sevdiğim ayrı, sevenim ayrı durumları da arabeskin konusunu oluşturuyor.”

Şükran “Ayrılık, şikayet ve isyanı da unutma!”

Şahin “Ama ayrılık da aşka dahil değil mi?”

Kadir “Ayrılıktan daha çok kavuşma umudu olduğu sürece…”

Şahin “Her aşkta ayrılık ihtimali bardağa atılmış katı buz gibidir. Katı olan her şey zamanla buharlaştığına göre, ayrılık da aşkın içinde zamanla erir ve o bardaktaki karışımdan hayır gelmez.”

Feyza “Oğlum, sen hala bardaktaki buzda mısın? Çözül artık!”

Şahin “Eskimo ihtiyarı gibi buzun üstüne koyup muhabbetten attın beni...”

Feyza “Amanın da bu minik kutup ayıcığının ruhu üşümüş. Ali Abi! Bizim sıcakları hızlandır. Balıkla ısıtmamız gereken bir ayıcığımız var.”

Şahin “Yuh be Feyza! Bir de bedevi gönder de keyfimiz tam olsun.”

Feyza “Şahsileştirme oğlum, benimki sınıf kini!”  

Şahin “Sınıf toplantısında sınıf kini! Kızım, kimsenin tavuğuna kışt demeden işimizi yaparken gelen paradan utanmamı bekleme benden...”

Sinan “Oğlum, bir avuç adam kimsede tavuk bırakmamışsınız ki başkasının tavuğuna kışt diyesin!”

Necmi “Arkadaşlar,  Sinan’ı baş göz mevzusu güme gidiyor…”

Sinan “Necmi, akademi de mi bu işlerle uğraşıyor?”

Necmi “Toplumun ve O’nu oluşturan bireylerin mutluluğu bizim önceliğimizdir…”

Sinan “Öyleyse mütevelli heyetlerinize en azından birer pezevenk alın!”

Necmi “İhtiyaç varmış gibi görünmüyor.”

 

******

 

Arkadaşlarına şirinlik yapmak için akademiyi harcamak konusunda fazla mı ileri gittiğini düşünen Necmi, hayatta üç gerçek meslek olduğuna inanıyordu: İnsanların canını emanet ettiği doktorlar, özgürlüğünü emanet ettiği hakimler ve beyinlerini emanet ettiği öğretmenler… Diğer meslekler bu trioya lojistik destek vermek içindi.

Kendisi de üniversite düzeyinde öğretmenlik yapmanın gururunu saklamakta zorlanıyordu. Tabi ki bu gururun üstünde rahatsız edici lekeler de vardı. Gençliği ve öğrenciliğinde muhalefet ettiği YÖK cenderesinden hala kurtulamamış bir akademik camianın parçası olmak zoruna gidiyordu. Neredeyse muhalefet etmeyen hiçbir toplumsal kesim kalmayan YÖK’ün bu kadar zamandır ve bu kadar iktidar tarafından kaldırılmamış olmasını anlamakta zorlanıyordu. Fırsatçılığın ve ilkesizliğin bu açıklıkta yaşanması, işime geldiği sürece her sözümü yutar, her tükürdüğümü yalarım diyen zihniyetin kesintisiz varlığı canını sıkıyordu.

Akademik camiada yaşanan niteliksizleşme, gericileşme, cemaat ve tarikatlara kapılanma, intihal konusundaki hız da korkutucuydu. Daha önceleri yakınma konularını oluşturan hocaya yalakalık anlamında çantacılık, hocaların kendi belirledikleri öğrencileri kürsülerine almaları, kadro sorunları, özlük hakları ve asistanların çalışma koşulları, ders ve müfredat belirleme gibi konular bile güncelliğini yitirmişti.

Yöneticilerini bile seçemeyen, verdikleri oyun değeri olmayan hocaların öğrencilerin gözündeki özgül ağırlıklarının, galaksilerle uğraşan kozmologlar yerine atom altı parçacıklarla uğraşan kuantumcular tarafından hesaplanacak büyüklüklere(!) ulaşacağı günlerin çok da uzak olmadığını hissediyordu.

Üstüne üstlük “aydın” olmak gibi bir beklentinin en önde gelen muhataplarıydılar. İyi de nasıl “aydın” olunurdu? Bu topraklarda, bu zamanlarda “aydın” olmak ne demekti?

Aydın kavramı, insanlar arasındaki ırk, din, cinsel kimlik, toplumsal ve ekonomik statü gibi farklılıklara hiyerarşik önem atfetmeyen; eşitlik, özgürlük, kardeşlik, laiklik gibi aydınlanma değerlerini ayrımsız tüm insanlar için savunan kimseyi tanımlıyorsa sağcı, milliyetçi, muhafazakar, ümmetçi bireylerin aydın olmakla ilgili yapısal sorunları olduğunu kabul etmek gerekmez miydi?

Bilişsel zeka ile duygusal ve kültürel zeka arasındaki ilişki halen araştırma konusu olmakla birlikte; öğrenme, hatırlama ve problem çözme konusunda hızlarını ve yeterliliklerini kanıtlamış olan bilim insanlarının toplumsal ve insani konularda da daha nitelikli ve bilimsel değerlendirmeler yapacağı beklentisi oluşuyordu.

Bu nedenle de, bilim insanı ile aydın kavramı neredeyse eş anlamlı olarak algılanıyordu. Ancak, ilgilendiği bilimsel disiplini yetkin bir şekilde sürdüren bilim insanları, aynı başarıyı toplumsal sorunlara bakış açılarında ortaya koyamayabiliyorlardı.

İşkencede görev alan doktorların mesleki başarılarının onları aydın yapmadığını kabul etmek kolay olabilirdi. Ancak işlediği insanlık suçları nedeniyle kimse tarafından savunulamayan, faydacı ve ilkesiz nedenlerle de olsa ardılları tarafından bile yargılanan cuntaya sahip çıkan, işkence ve aşağılama kastı ile insanlara dışkı yedirmenin işkence sayılmayacağını savunan bilim insanının da kendi disiplinindeki başarısı ne kadar büyük olursa olsun aydın sayılamayacağının tartışma dışı olması gerekirdi.

Tüm varlık ve enerjisini kar, kazanç, kariyer, güç, iktidar için egemenlerin hizmetinde kullanan insanların, hasbelkader bilim insanı olduklarında eleştirel, toplumcu, insani bir bilimsel bakış açısı geliştirecekleri beklenemezse, bu anlamda aydın olmaları da beklenemezdi.

Dünyayı ele geçirmeye çalışan manyak profesör imajı bile günümüzün profesör titrinden daha sempatik hale gelmişti.

Öğrenciler de ayrı bir sorundu. İnsanın, toplumun, doğanın sorunları konusunda hiçbir duyarlılık geliştirmemiş; yalnızca kazanmak, başarmak, yenmek, öne geçmek gibi bencil rekabetçi güdüler dışında yaşam belirtisi göstermeyen bir gençlik vardı.

Anlattığın karşıdakinin anladığı kadar olduğundan çoğunlukla havanda su dövdüğünü hissediyordu. Öğrenci gençliğin sınıfsal konumu, üretim sürecinden kopuk olması, ülkede 12 Eylül, Dünya’da reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı umutsuzluk ve zamanın ruhu gibi gerekçeler bile statü, teknoloji, hız peşindeki Z kuşağını anlamaya yetmiyordu.

Kişisel, grupsal, sınıfsal çıkarlar; algı kapasitesi; ruhsal, zihinsel, bedensel olarak sorunlu bakış açıları; ilgisizlik; muhalif olmanın sağladığı avantajlar; genel geçer olana karşı çıkmanın getireceği dezavantajlar gibi sayısız nedenlerle bilimin ikna edemediği insanlar mutlaka olacaktı.

Aile, eğitim sistemi, medya gibi ideolojik hegemonya aygıtları ve bilimsel disiplinlerin eskiye oranla çok daha karmaşıklaşması da işi zorlaştırıyordu.

Zaten eğitimli, aydın, modern aileler bile “çocuğun dengesini bozmamak, topluma yabancılaştırmamak” adına geleneksel kültürün yeniden üretimine katkı sunuyorlardı.

            Lise arkadaşları ile çilingir masasında yaptığı muhabbetin, akademideki bilimsel üretim düzeyi ile yarışacağını düşününce üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi…

 

******

 

Şükran “Sinan! Son yazdığın aşk şiirini okusana…”

Sinan “Arkadaşlar, ortamı müsamereye çevirmeyin!”

Feyza “Ne yani, biz aşk şiirinden anlamaz mıyız?”

Sinan “Feyzacım, böyle ortamlarda başkasının şiirini okumak tamam da, kendi şiirini okumak?...”

Kadir “Basılmamış şiirse söz, araklamayacağız…”

Sinan “Bi sus ya!...”

Necmi “Kırma ‘yılda bir’ arkadaşlarını…”

Sinan “Bu kadar rakıdan sonra umarım doğru hatırlarım;

Deniz’e

gidene

tabi ki

aşk olsun

da

bari

kıyıda

kalan da

aşık olsun

be birader

insan olsun”

Necmi “Abicim, çok güzel de aşk şiiri mi politik şiir mi?”

Şükran “İçinde bu kadar aşk sözcüğü geçen bir şiir bal gibi aşk şiiridir!”

Kadir “Kişisel olan politik olduğuna göre aşk da politiktir zaten...”

Feyza “Şiirin yalnızca biraderlerine mi sesleniyor?”

Sinan “Anlamadım?...”

Feyza “İlk dizeleri güzelce dinlerken ‘be birader’ dizesinden sonra kendimi şiirin muhatabı hissedemedim.”

Şahin “Ya ablacım, yağmur deyince bana ördek dedin diyen bu duyarlılığın yüzünden haklı da olsan….”

Kadir “Gözleri mikroskop duyarlığında olan adamın yiyecekler üstündeki mikropları gördüğü için açlıktan ölmesi gibi siz feministler de ‘kadın yerine bayan deme, insan yerine adam deme’ derken hayatı ıskalıyorsunuz.”

Necmi “O kadar basit değil beyler. Türk adı hepimizi simgeliyor diye aslında eşdeğeri olan diğer etnik kökenleri yok saymak gibi bir tavır bu. Birader erkek kardeş demekse, bu kavramla eşdeğer olması gereken bir de kız kardeş var. Bacılar diye seslenildiğinde üzerinize alınıyor musunuz?”

Feyza “Ağzına sağlık doktorum! Birader diye hitap edilenler arasında olduğumu düşünmem anormal olmaz mı? Feminist olmayacağım diye hermafrodit mi olayım?”

Şahin “Vatandaş Türkçe konuş!”

Feyza “Ulan! Tek dil, tek devlet, tek millet diye tek tek basaraktan gittiğiniz yer bu karanlık cehalet çukuru işte!”

Necmi “Çift cinsiyetli demek…”

Şahin “Vallahi yakışır! Biyolojik cinsiyet tamam ama kalan kısımlar feminist olacağım derken erkek olup çıkmış birader…”

Şükran “Şahin kaşınma! Senin gibi magandalarla muhatap olan her şey yoldan çıkar.”

Sinan “Arkadaşlar, hiç bu açıdan düşünmemiştim. ‘Be birader’ kalıbı ile hayıflanma, öfkelenme gibi duyguların yanı sıra kızdığın bir arkadaşınla muhatap olduğun ve onu aynı zamanda sahiplendiğin duygusunu yaratmak istemiştim...”

Kadir “Yeminle söylüyorum, bende oluşan duygular aynen anlattıkların.”

Şükran “Oğlum, anlattılar ya, sorun zaten senin kendini şiirin muhatabı olarak kabul etmen değil. Kadınların durumu…”

Sinan “Peki arkadaşlar, o dizeyi değiştirelim. Önerilerinizi bekliyorum.”

Kadir “Bence o dizeyi tümüyle çıkar.”

Necmi “O zaman son dizeyi de çıkarmak gerekir. Ama şiirin vurgulanması gereken esas mesajı da güme gider.”

Feyza “Kardeşler olur mu?”

Şahin “Aşık olun kardeşler deyince ensest bir çağrışım olmuyor mu?”

Feyza “Oğlum, bir kere de omuzlarının üstündeki başınla düşün. ‘Be kardeşler’ deyince…”

Necmi “Çok da haksız sayılmaz ama Feyza. Nazım’ın akrep gibisin şiirindeki gibi canım kardeşim dense?”

Kadir “Aşık olsun, canım kardeşim, insan olsun… Bence oldu. Var mı arttıran?”

Şükran “Hem de çok güzel oldu...”

Sinan “Valla benim de içime sindi gibi…”

Şükran “Çok hoş ya! Bir dize de olsa resmen şiir yazdık. Arkadaşlar bir önerim var. Her toplantımızda bir şiir yazalım ama her dizeyi başkası söylesin...”

Necmi “Bir konu ya da başlık belirleyelim ve şiiri saklayalım. Belki yaşlılığımızda kitap çıkartırız.”

Kadir “Kaç yıl yaşamayı düşünüyorsun?”

Necmi “Kitap bitmeden ölmemeye söz veririz. Sözünü tutmayan ölsün deriz…”

Şahin “Ya arkadaş, dediklerinizi anlayacağım diye bütün kayışları yaktım be!”

Feyza “Şiirin konusu hakkında önerimi söylüyorum: Benim bu Şahin kuşu beyinli ile birlikte bile ‘barış içinde bir arada yaşama’ şansım var mı?”

Kadir “İlk denememizi daha hafif bir konuda yapsaydık. Acemiliği üstümüzden atardık...”

Sinan “Bu işin acemiliği, ustalığı olmaz. Acemilik ve amatörlük bazen iyi şiirin garantisidir.”

Şükran “Konuyu da hallettiysek, aramızda en okur-yazar olan Necmi katip olsun...”

Necmi “Tamam, ama en azından bir kolalı gömlek isterim.”

Şahin “Dönerken Üsküdar’dan geç. Belki mendil bulursun.”

Sinan “Geldik zurnanın tıkalı deliğine. İlham perisinin servisi kapalıyken ilk dizeyi bulmak!”

Feyza “Öncelikle genel bir bakış açısı, yol haritası belirlemek gerekmez mi?”

Şükran “Aklında bir şey mi var?”

Feyza “Evet! Ama önce hepimiz ‘barış ve bir arada yaşama’ deyince aklımıza ilk gelen konu, olay, cümle vesaireyi söyleyelim. Sinan, ilk söz hakkı şairin olmalı...”

Sinan “Vallahi çok zor… Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamanın, ballı incirleri beraber yiyebilmenin şiirinin yazıldığı bir dilde…”

Kadir “Bence de abi. Nazım’dan sonra şiir yazmak barbarlıktır!”

Necmi “Oğlum, reklamcısın diye bokunu çıkarma. Hatta Auschwish yerine Nazım’ı koyarak bok yeme…”

Kadir “Tamam ya!… Kastını aşan bir beyan oldu. Söylemek istediğim Türkçe şiir evrenine Nazım’ın koyduğu çıta o kadar yüksek ki öte taraf Kaf Dağı’nın ardı gibi…”

Sinan “Her şiir yeni bir evren, yeni bir boyut gibidir. İyisi kötüsü vardır tabi, ama şiirler birbirleri ile karşılaştırarak değil, içinde yer aldığı kendi gerçekliğinin ölçütleri ile değerlendirilmelidir.”

Necmi “Bence de… Şair şiiri yazar ama hayat da şiirini yazdırmalıdır. Mesela mücadelenin, direnişin, umudun olmadığı yerde nasıl lirik şiir yazılır?”

Şükran “O zaman bir arada barış içinde yaşamanın şiirini mücadelesi ile yazanlardan başlayalım.”

Feyza “O kadar çok ki! Kürt sorunu nedeniyle kapatılan TİP, ‘Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi’ diye sehpayı tekmeleyen Deniz, kitaplarıyla Yaşar Kemal, filmleriyle Yılmaz Güney, şarkıları ile Ahmet Kaya, ‘yaşasın halkların kardeşliği’ diye ölen binlerce devrimci…”

Necmi “Hepsi de kesinlikle çok kıymetli ama benim aklıma ilk gelen Hrant Dink…”

Şahin “Tabi ya!... En vicdansızın bile hakkını teslim edeceği bir barış havarisi.”

Feyza “Hani bir hikaye anlatıyordu, su çatlağını buldu diye. Böyle bir şey var mı ya!”

Sinan “Sonra da ‘evet, bu topraklarda gözümüz var, ama alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için’ demişti, değil mi?”

Kadir “İlk dizeye buradan girebiliriz bence. Vatan toprağını altına girip yatmak için seven mi, üstünde yaşayıp bütün nimetlerini tüketmek için seven mi daha vatanseverdir?”

Şükran “Abicim, yeterince bölünme gerekçemiz yokmuş gibi bir bölücülük de biz yapmayalım...”

Feyza “Doğru, bölücülük yapmayalım. Ama nimetlerini tüketmek için sevmek biraz bencilce ve çıkarcı gelmiyor mu?”

Şahin “Öldükten sonra gömülmek için sevmek de vatana mezarlık muamelesi yapmak olmuyor mu?”

Sinan “Arkadaşlar, daha fazla kanırtırsak ‘barış içinde bir arada yaşamak’ şiirini karakolda tamamlayacağız. Yaşarken nimetlerini tüketmek, ölünce altına gömülmek birlikte istenebilir…”

Necmi “Kesinlikle! Sözünü ısrarla yanlış anladıkları için ölümüne neden oldukları Hrant’ı bir de biz yanlış anlamayalım… Ölüme yapılan bir güzelleme değil; toprakları koparıp, bölüp, alıp gitmeye niyetleri olmadığını, olduğu yerde ve olduğu gibi sevdiklerini anlatmak istiyor.”

Feyza “Olduğu gibi sevdiği konusu biraz tartışmalı... Sosyalist olmak bu vatanı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi sevmek anlamına gelir.”

Şahin “Yani işime geldiği gibi olursa severim, öyle mi?”

Feyza “Hayır efendim! Sevdiğim için iyiliğini isterim...”

Sinan “İlk dize için benim önerim Hrant’ın sözleri. ‘Altına girip yatmak için istenen toprak’ olabilir.”

Kadir “Kısa ve vurucu dizeler olsun. Sonra toparlayamayız valla…”

Necmi “Tamam, üçe bölelim. Altına girip / yatmak için / istenen toprak; üç dizede Hrant’ın ağzından vatanı tanımladık.”

Şükran “Güzel oldu, ama Şahin’in dediği gibi çok ölüm temalı oldu.”

Necmi “Aslında ‘altına konulup yatırılmak’ gibi edilgen bir anlatım yerine ‘girip yatmak’ gibi etken bir anlatım nedeniyle bilinçli ve canlı bir arka plan var…”

Sinan “Haklısın aslında, ama yine de yaşamı anımsatacak bir dize eklenebilir. Ben ‘yorgan yerine / istenen toprak’ diyorum.”

Necmi “Harika, aynı zamanda ‘yatıyorum ama tekrar kalkacağım’ duygusu yaratıyor. Gidenlerin, kalanlar ve yeni gelenlerin anılarında yaşadığını, hayatın devam ettiğini düşündürüyor…”

Şahin “Oğlum, içtiğiniz şeyden bana da verin lan! Hepimiz rakı içiyorsak, bu cümleleri size kurduran ne?...”

Şükran “Keşke buna rakının yanında beyin salatası söyleseydiniz…”

Şahin “Salata ile çalışan beyni buldunuz da beni niye uğraştırıyorsunuz?”

Feyza “Salata ile çalışan beyin bulamadık ama hıyar’a takıldığı için çalışmayan beyin masamızda mevcut...”   

Sinan “Lütfen ama ya! Abicim, ne kadar rezil olursak o kadar samimiyizdir anlayışı başka toplumlarda da var mı?”

Kadir “Ne diyorsun abi ya! Geçenlerde birinin en yakın arkadaşını ‘hani teklifsiz anasına küfreden çocuk vardı ya? İşte o diye’ tarif ettiler. Ötesi var mı?”

Necmi “Her şeyimiz gibi samimiyetimiz de vıcık…”

Sinan “Necmi, şiirin son hali nasıl oldu?”

Necmi “Altına girip / yatmak için / yorgan yerine / istenen toprak…”

Feyza “Kastımızın vatan olduğunu vurgulayalım bence...”

Şükran “Asıl sorunun vatanı sahiplenme ve sevme yetkisini tekellerine alanlar olduğu da anlaşılmalı.”

Şahin “Kimin vatanı dizesini öneriyorum. Sahiplik ilişkisini soru şeklinde ucu açık hale getirmiş oluruz.”

Feyza “Şahin arkadaşımıza adını verenler kuş ve beyin ilişkisine dikkatimizi çekmiş olsalar da kuş beyni bu sefer doğruyu gösterdi.”

Sinan “Kuş beyni bile günde iki kez doğruyu söylediğine göre bir hakkı daha var.”

Şükran “Sonraki dizeyi mezar metaforunu öne süren Şahin’e ithafen ‘kimin mezarı’ olarak öneriyorum...”

Necmi “Bu topraklar / kimin vatanı / kimin mezarı. Çok diyalektik oldu be. Kimine vatan kimine mezar. Uzlaşmaz karşıtlıkların olduğu yerde birine vatan olan diğerine mezar oluyor.”

Şahin “Nazım’ın ‘vatan buysa ben vatan hainliğine devam ediyorum hala’ dediği yere geldiniz yani...”

Feyza “Aklın yolu bir abi!”

Necmi “Peki, mezar varsa ölen, ölüm şekli, öldüren meseleleri ne olacak?”

Şahin “Abicim, sen kitap yazmaktan bahsediyordun ya! Bu meseleden ciltlerce külliyat çıkmazsa adam değilim.”

Necmi “Anadolu’nun tarihi bir cinayet romanı gibi! Ama failleri ve maktulleri saymak çok zor…”

Sinan “Düşünsene! Hitit, Asur, Luvi gibi arkaik; Lidya, Frigya, Pontus, Bizans gibi Rumi ve Helenik; birinci beylikler döneminden Selçuklu’yu, ikinci beylikler döneminden Osmanlı’yı çıkaran göçmen ve otantik halklar ile Persler, Büyük İskender, Romalılar, Haçlılar, Moğollar gibi fetihçi, yağmacı ve işgalci halkların ürünü, çorbada kimin ne kadar tuzu olduğunu bilemeyeceğimiz bir ‘ortaya karışık’ halktan söz ediyoruz.”

Kadir “Katili tanımak için geçmişine gitmek, kriminal psikologlar için uygun olabilir. Ama bu kadar geçmiş de ancak genetikçilerin ya da soy araştırmacılarının alanına girer her halde…”

Feyza “Bence de! Bu gün yaşadıklarımızın arka planında gölgeleri görülen, ‘hakikatleri araştırma komisyonu’ kurulsa gündem olabilecek acılardan başlamalıyız. Mesela Ermeni Soykırımı, 6-7 Eylül, Dersim, Kürtlere yönelik kirli savaş, Çorum, Maraş, Sivas, Madımak, Bahçelievler, Suruç, Ankara Garı…”

Şükran “Dikkat ettiniz mi? Mağdurlar hep azınlıklar ve muhalifler...”

Sinan “Kötülük ve iktidar arasındaki ilişki çok açık değil mi?”

Feyza “Ama İsrail örneğinde olduğu gibi mağdurların zalimliği de var…”

Sinan “Bu da kötülük ve iktidar ilişkisini desteklemiyor mu? Mağdurlar da ancak iktidar olduklarında zalimleşiyorlar!”

Şahin “Arkadaşlar! Özeleştiri kültürünüzün gelişkinliğine güvenerek Stalin, Polpot, Kim İl Sung gibi örnekleri de irdelemenizi rica etsem?”

Feyza “Ama bu konularda anlatılanların ne oranda doğru olduğunu bilmiyoruz…”

Necmi “Ceza yargılamasında ‘zararın’ miktarının kesin olarak tespiti zorunlu değil. Maddi ve somut olarak zararın varlığının bilinmesi yeterli… Bence, reel sosyalizm uygulamalarındaki ‘zararın’ niceliğini nesnel olarak belirleyemesek bile yargılamayı başlatmaya yetecek kadar ‘zulüm’ olduğunu anlıyoruz.”

Kadir “Yani, solcu olmak iyiliği kaçınılmaz kılmıyor…”   

Sinan “Zaten, ‘iyi’ olmak dışında başka her hangi bir şey olmanın iyiliği garantilediğini düşünmek bir nevi kültürel ırkçılık değil mi?”

Necmi “Dünya’da ben kötülük yapmak için varım diyen bir ideoloji veya inanç yok herhalde. Bazı ideoloji ya da inançların iyilik için daha elverişli olduğunu…”

Feyza “Ama insanlığın tümünün iyiliği için…”

Sinan “Hatta yalnızca insanlığın için değil de tüm canlıların ve doğanın da iyiliği için en uygun yol olduğunu görebiliriz.”

Feyza “Kesinlikle katılıyorum. Her türlü fikre saygı duymak saçmalığı yüzünden insanlık fikirsiz kaldı. Fikirlere değil, fikirlerin savunulması hakkına saygı duymalıyız. İçeriği, talepleri ve amaçları yönünden saygı duyulmaması gereken fikirlere karşı muhalefet etmek ve doğru fikirlerin hegemonyası için mücadele etmek gerekir.”

Şahin “Ajitasyonun dibine vurdun gene!”

Feyza “Sessiz kalalım da siz sömürünün dibine vurun, öyle mi?” 

 

******

 

Feyza mal, mülk, yetki ve unvan peşinde koşmaksızın uzun zamandır memuriyet hayatını sürdürerek kazandığı lekesizlik ve haklılık duygusu ile istediği gibi esip gürlemenin keyfini sonuna kadar çıkarıyordu.

O’na göre insanlar iş konusunda ikiye ayrılıyordu. İşi için yaşayanlar ve yaşamak için çalışanlar! Çoğu insan, iş saatleri ve uykunun dışındaki zamanı da işe gitmek, işten gelmek, iş kıyafetlerini hazırlamak,  çalışmak için dinlenmek, eve getirdiği işleri halletmek, “günün nasıl geçti” sorusunu işi anlatarak cevaplamak, iş arkadaşlarının davranışları ve kişilikleri hakkında konuşmak, gündemdeki konulardan işi ile ilgili olanlara yoğunlaşmak, işte güzel görünmek için bakım yapmak, işte konuşmak için dizi, film, tartışma programı izlemekle ömür tüketiyorlardı.

Onlar için iş hayatlarında ulaştıkları başarı, kariyer ve tatmin duygusu; hayatın anlamı, varoluşun zirvesi, başarının nirvanası, keyfin satorisi, zevkin cenneti ve kalitenin panteonuydu.

Oysaki emekçi ne kadar çok zenginlik üretirse, kendisi de o kadar yoksullaşırdı. Ne kadar çok meta üretirse, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlardı. Metaların değeri arttıkça insanların dünyası değersizleşirdi.

Çalışmak, özgür insanın kendini gerçekleştirmesi, toplumsal sorumluğunu özgürce üstlenmesi, koşullar elverdiğinde tembellik hakkını kullanma şansı olmasına rağmen tercih edilmesi halinde insanı geliştiren ve mutlu eden bir içeriğe kavuşabilirdi.

Bunun farkında olan insanlar da esas ve gerçek hayatlarını sürdürmek için çalışmak zorundaydılar.

Tabi ki şen ve mutlu bir hayatın taşıyıcıları olan devrimciler, hayatlarının her alanının nitelikli ve kaliteli olmasını önemserlerdi. Bu nedenle “asli hayatını” sürdürmek için kullanmak ve tüketmek zorunda oldukları iş, kariyer, eşya, kıyafet, yemek, marka, moda gibi yaşam alanlarını “hayatın kendisi” yerine ikame etmeden ve ‘kullanım değerleri’ kadar değer vererek kullanır ve tüketirlerdi.

Mal ve mülkü biriktirerek, büyüterek servet edinmek; böylece gününü ve geleceğini kurtardığını düşünmek; kendi geleceği ile yetinmeyip çocuklarının ve onların çocuklarının ve onların… da geleceğini kurtarmak; bu şekilde onların kendi hayatlarını kurma deneyiminin vereceği olgunluğu ve bunun onurunu yaşama şansını ellerinden almak; gelecekte ancak mal mülk sahiplerinin iyi hayatları olacağını zımnen kabul ederek umutsuzluk yaymak; mal mülkün sağlayacağı güven, güç, ilişki ve iktidar olanaklarını, kişilik ve karakter gelişkinliğine tercih etmek gibi “yaşamak yerine biriktirmek” tercihlerine de yüz vermezlerdi.   

Kendi hayatı ve boş zaman geçirme kültürü olmayan; eşit ve eşdeğer ilişkiler kurup bilgi, görgü, yetenek, cazibe, humor gibi öz yetenekleri ile saygınlık oluşturamayan bireylerin var olmak, önemli olmak, sözü dinlenir olmak, ilgi çekmek için tek yol olarak gördükleri yönetici olmak fikrini de abartmazlardı.

Yöneten yönetilen ayrımının sönümlendiği, üretenlerin yönettiği, insanların değil işlerin ve süreçlerin yönetildiği, yönetmenin imrenilecek ve arzulanacak bir eylem değil, dönüşümlü ve nöbetleşe üstlenilecek bir angarya olacağı dünyayı özleyenlerin yönetici olmaya sıcak bakmamaları anlaşılır olmalıydı.

Bütün bu söylenenlerin, insanların özgür iradeleri ile birden fazla seçenek arasından yaptıkları seçimler için geçerli olduğu; yaşamı sürdürmek, zorunluluk, meşru müdafaa veya zaruret hali diye adlandırılan kaçınılmaz ve orantılı tepkiler ile seçmediğimiz ve değiştirme şansı olmayan konuların bu bağlamda değerlendirilemeyeceği de açıktı.

İş, süreç, örgüt yönetmek anlamındaki yöneticiliğin aslında yük ve angarya olduğu; bu yükü sırtlananların ayrıca ve özellikle takdiri hak ettikleri; çalıştıkları işte hep aynı konumda olmanın sıkıcılığını aşmak, yönetilen olmanın sıkıntıları yerine yöneten olmanın sıkıntılarını tercih etmek, kötü yöneticilik yaparak iş barışını bozacağı aşikar olanlara fırsat tanımamak için pozisyonları doldurmak, yönetici olmanın avantajlarını toplumsal sorumluluk duygusuyla kullanmak gibi seçeneklerin de meşru olduğu, ancak yönetici olmanın “kurumsal” deformasyonlarına teslim olmamak ve üsttencilik, hiyerarşicilik, bürokratizm, kibir gibi tuzaklardan sakınmak gerektiği de bilinirdi.

Bin yılın kapı kulu zihniyeti ile şekillenen memuriyeti kabullenmeyenler, ikinci meşrutiyetten başlayarak kooperatif, cemiyet, birlik, dernek şeklinde örgütlenmişler, 1961 Anayasası’nın getirdiği olanakları kullanarak sendikalaşma sürecini başlatmışlardı.

Türkiye Öğretmenler Sendikası ile başlayan memur sendikacılığı, 80 darbesi ile kesintiye uğramış, 87’den itibaren yeniden tartışılmaya başlanmış, faşist darbenin etkileri ve geleneksel memur zihniyetinin engelleri adım adım aşılarak 90 yılında yine eğitim emekçilerinin buz kıran gemisi olarak açtığı yoldan diğer iş kolları da ilerlemişti.

Uzunca bir süre, sendikaların yasal statüleri ve çalışanların hakları için verilen mücadelenin yanı sıra ülkenin en etkili muhalefet odağı da olmuşlardı.

2001 yılında memur sendikacılığı yasal statüye kavuşmuştu. Uzun ve zorlu bir mücadelenin sonunda memurların örgütlenme hakkını yasal statüye kavuşturmanın onuru, gururu, takdiri ve saygısı sonuna kadar hak edilmiş olmakla birlikte; daha önce militanca mücadelenin gücünden alınan meşruiyet çerçevesi yasa ile daraltılmış, bedel ödemeyi göze alan aktivistlerin etkin ve yüksek tempolu mücadele yöntemleri yerine yasallığın kolaycı pratikleri itibar kazanmış; düzen ve iktidar yanlıları da yasalcılığın açtığı yoldan sendikalar kurmuş ve çoğu iş kolunda iktidar olanakları ve geleneksel memur zihniyetini istismar ederek yetkili sendika haline gelmişlerdi.

Kavram olarak sendika, emekçilerin çalışma yaşamına ilişkin sorunlarını çözmek, ortak çıkarlarını ve haklarını korumak, geliştirmek için kurdukları örgütlerdi. İktidar ve sermayenin çıkarlarından bağımsızlaşamamış sendikalara “sarı sendika” denirdi.

Bağımsız şekilde emekten yana tavır alan, siyasi partilerle doğrudan, organik, örgütlü bağı olmayan; ülkenin ekonomik, demokratik, sosyal ve siyasal sorunlarıyla mücadele ve çözüm önerileri üretme konusunda kendini sorumlu gören, çalışanların birliğini ve kitleselliğini sağlamayı amaç edinen sendikalara da “sınıf ve kitle sendikaları” deniliyordu.

Devrimcilere göre, iktidar mücadelesi olarak tanımlanan siyasi mücadelenin olduğu yerde; ekonomik, demokratik, ideolojik mücadele alanları olarak adlandırılan diğer mücadele biçimlerinin siyasi mücadeleye tabi olması gerekirdi.

Bu bakış açısı, mücadele hattının ve yol haritasının belirlenmesini kolaylaştıran; yapılan işin ve peşinde koşulan hedefin anlaşılır olmasını sağlayan; farklı yerlerdeki eylem ve tepkilerin benzer ve bütünlüklü olmasını mümkün kılan; günlük, sığ, parlayıp sönen mücadelelerin kesintili ivmesine süreklilik kazandıran; kazanımları kalıcı ve güvenceli hale getiren bir stratejiydi.

Parmağın gösterdiği yerde fethedilmeyi bekleyen bir güneşin olmadığı durumlarda, uçan kuşa bakmak da mümkün olmuyordu. Kör parmağım gözüne misali odaklanılan parmağın simgelediği küçük, parçalı, özlük ve mali haklarla ilgili konularda ise iktidar ile yakınlığı olan ve kayırılan işbirlikçi sendikaların şansı artıyordu.

İçeride ve dışarıda savaşı azgınca kullanan mezhepçi faşizmin en meşru barış eylemini bile kana bulayan vahşeti altında yoldaşlarının bedenleri parçalanırken, yıllardır mücadele verdikleri sendikal alandaki gerileme Feyza’ya ağır geliyordu…

 

******

 

Kadir “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. İyi isen iyilik yap!”

Necmi “Devrimci bir abimiz ‘sosyalizm sadece doğru fikirlerin egemen olduğu bir uzmanlar sistemi değil, iyi kalplerin nefes aldığı bir dünya olarak tasarlandığı ölçüde, insanlığın kayıp rüyasını yeniden var edebilecektir’ demişti.”

Feyza “Aynen öyle! Ama tabi ki ‘eziklik’ derekesine varmadan, adalet ve hakkaniyet duygularını zedelemeden ‘onurlu’ bir iyilik durumundan söz ediyoruz. Her düzen değişikliği, birilerinin avantajlarını azaltıp diğerlerininkini artırıyor. Sosyalizmin, istisnasız herkesin yüzünü güldürmek gibi bir vaadi yok. Kurulu düzenin avantajlarından sonuna kadar yararlanan bir azınlığın menfaatlerinin zarar göreceği ve yeni duruma uyum sağlayamayanların üzüleceği çok açık...”

Kadir “Acısız ameliyat olmaz diyorsun…”

Şahin “Hastanın tek kurtuluşu ameliyat ise yapılacak bir şey yok! Her türlü acı ve kayıp göze alınabilir. Ama sizin teşhisinizin doğruluğu tartışmalı. Başka doktorlar başka şeyler söylüyorlar.”

Şükran “Ne gibi mesela?”

Şahin “Örneğin, sizin hastalık dediğiniz şeylerin aslında fıtrat olduğunu, ameliyatla değiştirilemeyecek yapısal ve kalıcı özellikler olduğunu; ameliyatın, çözeceğini vadettiği sorunlardan çok daha fazlasını yaratarak hastalığı azdıracağını söylüyorlar.”

Necmi “Zamanında dünyanın dönmediğini, köleliğin insanın fıtratı olduğunu söyledikleri gibi mi?”

Şahin “Bu söylediğin yanılgılar, bu sefer de yanıldıklarını kanıtlamaz. Sizinkiler de yetmiş yıldır yanılgı içindeydiler, vazgeçtiniz mi?”

Feyza “Biz teşhis konusunda yanılmadık. Tedavi konusunda sorun yaşadık.”

Sinan “Ameliyatı yaptığımız yerler o kadar kirliydi ki hastane enfeksiyonu kaptık. Usta tabiplerimiz ameliyatın daha steril yerlerde ve ilgili diğer doktorlarla konsültasyon yaparak yapılması gerektiğini söylemişlerdi. Ancak ameliyatları ‘açılın ben doktorum’ aciliyeti ile yapınca ve çok özenli ve uzun süre yapılması gereken pansuman ihmal edilince hastalık nüksetti...”

Kadir “Adamı hasta etmeyin lan! Reklamcı olan benim. Burada metafor yapılacaksa ben yaparım. Necmi şiirde nerede kalmıştık?”

Necmi “Cinayetlerin failleri ve mağdurları...”

Şükran “Ne kadar çoklarmış! Hangi birini söyleyelim…”

Sinan “İsmen saymak mümkün değil. Kimin vatanı, kimin mezarı diye sorduk ya! Bu soruların cevabına ilişkin ipuçlarını ya da çağrışımları bulmalıyız.”

Necmi “Mezardan yola çıktığımıza göre, gerçekten ya da mecazen mezarı kazan ya da kazdıran katildir.”

Şahin “Toprakta yatan da maktul veya mağdurdur.”

Feyza “En şok edici tespit gene adamımdan geldi. Bu zekayla kapitalizm nasıl kriz yaşıyor anlamıyorum.”

Şahin “Kızım, biz krizle kendimizi yeniliyoruz. Krizlerin aslında kime yaradığını sen iyi bilirsin...” 

Kadir “Bu durumda, katil-maktul ilişkisini anlatan dizelerin peşindeyiz.”

Şükran “Katil, maktul deyince insan polis gibi düşünüyor. Kusursuz cinayet olmadığına göre katilin ve gerçeklerin er ya da geç ama mutlaka ortaya çıkacağını anlatmalıyız.”

Necmi “Mezarı kazan katilse, peşinde olmamız gereken kanıtlar, tanık ifadeleri ve kürekteki parmak izleri olmalı…”

Sinan “‘Kürekteki el kimin’ dizesini öneriyorum. Tanıkları ifade vermeye davet eden ve parmak izi araştırmasını talep eden bir soru...”

Feyza “Çok güzel! Aynı mantıkla, mağdur ve maktullere ilişkin gerçeklerin de sonsuza kadar saklanamayacağını anlatabiliriz. Polisiye dizilerde, ortada ceset kalmasa ya da tanınmaz hale gelse de bir diş ya da kemik ile sonuca ulaşılıyor.”

Şahin “Mağdurlar için de devamlılığı sağlamak adına ‘topraktaki diş kimin’ dizesini öneriyorum…”

Feyza “Bu şahin, alıcı kuş mu? Bu kadar hazıra konmak, pes valla!”

Şahin “Sen hiçbir şey üretmeden meyve veren ağacı taşla... O çok sevdiğin halkımız da ‘yuvayı yapan kuş’ olarak seni, ‘alıcı kuş’ olarak bana tercih etsin. Ama tedirgin güvercinlere dokunmaz dediklerinize fazla güvenmemeni öneririm.” 

Necmi “Tamam arkadaşlar! Bence şiirde çok güzel bir yere geldik. Yalnız iki ‘kimin’ fazla gibi oldu. Katılıyor musunuz? Tamam. Son halini okumak istiyorum:

altına girip

yatmak için

yorgan yerine

istenen toprak

kimin vatanı

kimin mezarı

kürekteki el kimin

topraktaki diş …”

Sinan “Çok güzel oldu! Ama bu toprakların tarihi, birbirine yalnızca kötülük yapanlar tarafından yazılmadı. Bir de iyiliğin, dayanışmanın, sanatın, kültürün, direnişin, isyanın tarihi var…”

Feyza “Çok haklısın! Umutlu olmamızı sağlayacak devasa bir direniş geleneğimiz de var.”

Necmi “Ummandan kepçeyle su taşıyacağız. Selçuklu’da Babai, Osmanlı’da Celali, Şeyh Bedrettin, Kürtler, Kurtuluş Savaşı, 68 kuşağı, 80 öncesi ve sonrası antifaşist direniş, Gezi…”

Şahin “Bir tanesi başarmış olsaydı da zafer şiiri yazsaydık. Kendimi arabeskçi gibi hissediyorum valla. Hep yenilgi, hep hüzün!...”

Sinan “Ama kocaman da umut var!”

Şahin “Ben de sizin baktığınız delikten bakıyorum ama bir şey göremiyorum.”

Feyza “Zahiri değil batını görecek kadar keskin değil gönül gözün...”

Şahin “İşte! Körler ülkesinde Mona Lisa yapsan neye yarar? Benim miyobuma uygun, görebileceğim manzaralarla gel bana…”

Necmi “Bence Şahin çok güzel bir siyaset tanımlaması yaptı. Popülist değil ama anlaşılır siyaset yapmanın önemini yadsıyamayız.”

Sinan “İşte! Şiirimizde hep sorular sorarak, cevaplarımızı birlikte aramaya davet etmek böyle bir bakış açısı değil mi? Cevapları aramanın kendisi, bulmaktan daha önemli değil mi? Bulduğumuz her cevap yeni bir sorunun ilk sözcüğü olmayacak mı? Koyduğumuz her nokta, sonraki cümlenin büyük harfle başlamasını sağlamıyor mu?”

Şahin “Hocam, istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?”

Kadir “Komutan Marcos’un parmak ile güneşin ortasına bakın dediği durum herhalde...”

Sinan “Marcos’un sözü tam öyle değil! Hayal ederken yıldıza, savaşırken yıldızı işaret eden ele bak! Bakışını sürekli olarak kaldırıp indir, parmakla güneş arasında uçan kuşa bak diyor. Sözün özü, mal gibi aynı yere bakma diyor.”

Necmi “Evet! Diyalektik ya da orta yolculuk sabit şekilde ortaya bakmak değildir. Şeyler karşıtı ile yaşadığı çelişkinin gelişim seyrine göre kendisinden ve karşıtından daha başka bir şeye, ama kendisini ve karşıtını da görece içeren bir senteze dönüşür. Bu durumda, gerçeklere süreç olarak bakmak anlamına gelen diyalektik, başı ortası ve sonu ile sürecin tümüne bakmayı gerektirir.”

Şükran “Senin hocalık yaptığına şimdi kesinkes inandım.”

Kadir “Eeee, sonuç olarak…”

Sinan “Kötülüğün yanında iyilik, karanlığın yanında umut da olduğunu vurgulamamız lazım…”

Necmi “Burada da işimiz çok zor. Dünya’da uygarlığın kurucularından sayılan Mısır ile yenişemediği için ilk yazılı anlaşmayı imzalayan ve kutsal kitapların kaynaklarını oluşturan kültürü ile Hititler; mimarisi ve maden işçiliği ile Frigler; kabartma ve heykelleri ile Urartular; sikkeleri ile Lidyalılar; felsefeleri ile İyonyalılar; yapı ve taş işçilikleri ile Ermeniler; destanları ve isyanları ile Kürtler; nefesleri ve yolları ile Aleviler; savaşçılıkları ve devletleri ile Türkler… Hangisini anlatacağız?”

Kadir “Tabi ki hepsini ve hiç birini… Bir reklamcı olarak herkesin kendini bulabileceği simgeler peşinde koşmamızı öneriyorum.”

Şükran “Astrologlar gibi mi? Hani ne yazarsan yaz ya da fincanda ne görürsen gör; farklı yerde, zamanda, kültürde, cinsiyette, inançtaki her insanın ‘aha da beni yazmış’ dediği gibi mi?”

 

******

 

Şükran, astrolog sözcüğünü kullanarak kurduğu cümlenin imlediği kültür düzeyi ile burçlar ve faldan bahsediyor olmanın içine sinmeyen hafifliği arasında kararsız kaldı.

Masadaki herkesin kullanmak, anlamak, eleştirmek, dalga geçmek için bu konularla ilgilendiğinden emindi. Ama yine de fal, evlilik programı, altın günü, kek tarifi gibi bazı konular vardı ki her durumda ev kadınlığını çağrıştırırdı.

Nitelikli ve yetkin bir yaşam için üniversite okumayı zorunlu sayan kariyerist ve seçkinci anlayış, üniversite okumanın mesleki yeterlik ve özel eğitim gerektiren alanlarda öncelik hakkı için gerekli olduğunu ama “eşekliğin” giderilmesi garantisi vermediğini dikkate almıyordu. Zorunlu ve mesleki eğitimin dışında ve üstünde alınan eğitimin insanın kendisini geliştirmesi için daha avantajlı koşullar ve fırsatlar sunduğu açıktı. Ancak bu fırsatların varlığı, her durumda kullanıldıkları anlamına gelmiyordu. Bu ortamların dışında da kendi fırsatlarını yaratan ve kendisini geliştiren; hayata, çevresine, bilime, sanata, insana duyarlı bir yaşamı mümkün kılan “alaylılar” da vardı. Toplumsal ve entelektüel yeterlilik ve saygınlık için tahsil gerekliydi ama yeterli değildi.

Gerçekten de, kadını olduğu evin boyutları ve özellikleri ile orantılı olarak değişse de, ev kadınlığının insanı gün be gün örselediğinin canlı tanığıydı. Hayatta iş veya meslek olarak kabul edilen birçok etkinlikte insanların biteviye tekrarlanan işleri yaptıklarını, üretim bantları kullanılarak yapılan kitlesel üretim yönteminin birçok sektörde kullanıldığını da biliyordu. Ancak bu insanlar en azından kıyafet değiştirerek evden çıkıyor; toplu ulaşım kaosuna giriyor; bazen bir kaza ya da kavgaya tanıklık ediyor; değişik yüzler, duruşlar, davranışlar görüyor; yağmurdan kaçıyor, karda üşüyorlardı…

  Oysaki ev kadınının yaşam alanı olan evinden ayrılması, çoğu kendi elinde olmayan nedenlere bağlı olarak mümkün olabilmekteydi. Öncelikle dışarıda olduğun süre içinde evde kalacak olan evin direği efendinin ve eğer varsa büyük kayın efendilerin, sonra küçük efendi olan çocukların olası tüm istek ve ihtiyaçlarını hazır edecektin… Sonra her boy efendiye izahat buyurup icazet alacaktın. Dışarı çıkma gerekçenin asla ve kat’a keyifle ilgili olmadığını; mutlaka diğer aile bireylerini de ilgilendiren alışveriş, tamirat, geçmiş olsun, hayırlı olsun, başsağlığı gibi görevlerle ilgili olduğunu anlatacaktın. Komşuya çaya giderken bile kendi evindeki şu ya da bu eksiği gediği de sormaya gidecektin. 

Evde senden hizmet bekleyenlerin sayısı azaldığında ya da hizmetin artık yetersiz, zevksiz, ilkel bulunup “bu nasıl bir şey ya!” nidalarıyla karşılanmaya başlandığında, kendine daha çok zaman ayırıp sana benzeyen kadınlarla altın günleri de yapabilirdin.

Ama mabedin, hücren, cennetin, cehennemin ve hayatın olan evinde her gün aynı işleri aynı iştiyakla yapman beklenirdi. Televizyon ve radyolar, gün içindeki izleyicilerinin yalnızca ev kadınları ve onların bakımı altındaki çocuklar olduğunu kabul ederek yayın yaptıklarından, evlilik, çocuk ve yemek programlarını izlemek zorundaydın. Bu programlardan sıkılıp birilerini ziyarete gittiğinde de bu programlar hakkında konuşmak zorunda olduğundan yine izlemek zorundaydın.

Suda haşlanan kurbağa misali, bir süre sonra ev kadını olurdun ve anlardın ki ev kadını doğulmaz ama ev kadını olunurdu!

Peki, insan evinin kadını olamaz mıydı? Birçok konuda kendini anlatmayı başaramayan solcular, bu konuda da haksız bir şöhretin sahibiydiler: Aile düşmanlığı! 

Solcular hiçbir konuda; özlerinden, içeriklerinden, etkilerinden, işlevlerinden, sonuçlarından bağımsız olarak kategorik karşıtlık ya da düşmanlık geliştirmezlerdi. İnsanların, toplumların, halkların ve ulusların özgürlüklerini kısıtlayan, sömürülmelerine neden olan, onları hangi düzey ve derecede olursa olsun kul köle haline getiren her türlü kurum, durum ve ilişkinin karşısındaydılar.

Örneğin devlete karşıydılar ama insanları ezen, sömüren ve kendilerini gerçekleştirmelerini engelleyen boyutuyla! Çünkü toplum olarak yaşamak “kuralları” zorunlu kılardı. Zeka sahibi olmayan türlerin kuralları içgüdüleriydi. İnsan ise tarihsel gelişme düzeyine göre oluşturduğu “toplum sözleşmesi” ile kurallar koyardı. Toplum yaşamı, özgür seçimler alanı ile kurallar alanının bileşkesinden oluştuğuna göre, özgür seçimler alanını genişlettiğimiz oranda uygar olurduk. İşte devletin sönümlenmesi beklentisi ya da tasarımı, diyalektik olarak devletin baskıcı varlığını gereksizleştirecek ölçüde özgür bireylerin varlığı ile mümkündü. Ancak toplumun, insanlığın ve doğanın zararına neden olacak bireysel ya da kitlesel, marazi ya da bilinçli, kendiliğinden ya da planlı suç girişimlerinin engellenmesini sağlayacak kadar “organizasyon ve eşgüdümün” kaçınılmaz olduğu da kabul edilmeliydi.

Sönümlenmenin diyalektiği, ihtiyaç kalmayan yapı ve fonksiyonların azalarak ya da mümkün olduğunda sıçramalı olarak bitmesine dayanırdı. Bu anlamıyla da ihtiyacı bütün maddi gerçekliği ile tespit edecek kadar altyapısal (deterministik, çözümlemeci); ihtiyacı azaltacak akış ve oluşları tasarımlayıp hegomonik hale getirecek kadar da üstyapısal (volantaristik, girişimci) bir sentezi uygulama sanatında yetkinlik gerektirirdi.

Aile ve ev konusu da bu bakış açısıyla ele alınmalıydı. Sosyalistler aileleri ortadan kaldırıp insanların evlerini ellerinden alan vandallar değildi. Ailenin kadını ve çocuğu baskı altına alan; erkek egemen düzeni kendi içinde yeniden üreten; aile bireyleri arasında statü, yaş, cinsiyet, fiziksel yeterlik, işe yararlık gibi nedenlerle hiyerarşiler kuran ve aile bireylerinin kendi benlik ve kişiliklerini bulmalarını ve gerçekleştirmelerini engelleyen; özetle her konuda olduğu gibi “özgür ve gönüllü birliktelik” şablonuna uymayan boyutları ile dertleri olduğu doğruydu.

Ev konusunda da benzer düşünülmeliydi. Herkesin insan onuruna yaraşır bir konutta yaşama hakkı vardı. “İnsan onuruna yaraşır” bir konuttan söz edebilmek için; yeterli büyüklükte, yangına ve doğal afetlere dayanıklı, güvenli, engellilerin kullanımına uygun, ısı yalıtımlı, kullanılabilir temiz su, elektrik, telefon, internet bağlantıları vb. niteliklere sahip olması gerekirdi.

Üretim araçları dışındaki malvarlığının (gayrimenkulün üzerinde bulunduğu arsa ve tüm topraklar kamu mülkiyetinde olmak kaydıyla) mülkiyete ve mirasa konu edilmesinde sorun olmayabilirdi. İçinde yaşayan birey sayısı ile açık orantısızlık içeren konutların sahiplik ve kullanım ilişkisi değiştirilebilirdi. Konut olmak için çok büyük ve gösterişli binalar kamusal amaçlara (kreş, yaşlılar evi, sağlık merkezi, sanat kültür merkezi…) tahsis edilebilirdi.

Ancak, ev ve yuva sadece konaklamak ve barınmak için kullanılan fiziksel mekana indirgenemezdi. İnsanların içinde anılar biriktirdiği, komşuluk ilişkilerini hayatlarının önemli parçası haline getirdikleri, mahalle kültürünün gündelik yaşamlarının arka planını oluşturduğu, bu anlamda kendini gerçekleştirme, köklü ve anlamlı bir hayat sürme eyleminin vazgeçilmez bir boyutu olduğu gözden uzak tutulmamalıydı.

Kadına yönelik cinsiyetçi bakış açısını sonlandırmak için öncelikle ev işleri ve çocuk bakımı konusunda kadına bağımlı sistemi değiştirmek için önlemler alınmalıydı. Site, mahalle gibi belirli ölçekteki yerleşimlerde yemek, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı gibi işlerin kolektifleştirilmesi veya sürekli hizmet veren yemekhane, çamaşırhane, kreş gibi merkezlerin oluşturulması gerekirdi.

Toplumsal cinsiyet çelişkilerinin sınıf çelişkilerine indirgenemeyeceğinin farkında olarak, kadınların bedenleri ve yaşamları üzerindeki her tür denetime son veren, sadece kendilerinin söz hakkı olduğu kabul eden, toplumsal yaşamı “farklılıkların eşitliği” ilkesi temelinde yeniden örgütleyen bir sürecin kesintisiz örgütlenmesi gerekirdi.

Aile kurmak, anne-baba olmak, çocuk sayısına karar vermek gibi hususlar tümüyle kişisel seçim alanları olmalıydı. Kendi hayatını layıkı ile yaşarken aynı zamanda yine layıkı ile çocuk yetiştirmek ile çocuk sayısı arasındaki ters orantı gelişmiş toplumlarda doğal bir nüfus planlamasına neden olsa da çocuk sayısında abartıyı engelleyecek maddi ve mali kısıtlar uygulanabilirdi. Çocuk yetiştirmenin hem bireysel hem toplumsal yaşam ve sorumluluk anlamında dünyanın en güzel, en anlamlı, en üretken, en kurucu “işlerinden” biri olduğu değerlendirmesi ile özgür ve gönüllü ebeveynliği ödüllendirecek, çocuğun toplumsal-kolektif bakımının mümkün olacağı döneme kadar çocuk-anne-baba birlikteliğini destekleyecek politikalar uygulanabilirdi.

Özgür ve gönüllü annelik kavramının, ekonomik ve sosyal tüm alanlarda özgürleşen kadın paradigması ile mümkün olacağı unutulmamalıydı.

Çocuk yetiştirmenin doğru yolunu bulmak konusundaki hiç bitmeyecek olan arayışın iyice belirsizleştiği ve çeşitlendiği, cevap yerine kullanılan her cümlenin misliyle yeni soru yarattığı bir dönemdeydik. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da anne ve babalarımızdan gördüğümüz, bizzat deneyimlediğimiz yol ve yöntemler işe yaramaz hale gelmiş, kuşak çatışması kavramı ile açıklanamayacak olan büyük farkın nasıl doldurulacağını kimse bilmez olmuştu.

İnsanın, bilen ve düşünen anlamında homosapiens olduğu iki yüz bin yıldan bu yana (ortalama 20 yılda yeni bir kuşağın geldiği kabul edilirse) yaklaşık on bin kuşağın dünyamıza geldiği düşünülebilirdi. Belki de son birkaç yüzyıla yayılan 15-20 kuşağa kadar hemen her konuda kuşaklar arası değişimin fark edilmeyecek kadar ayrıntı düzeyinde biriktiği bilinmekteydi. Bu cümleyi somutlayacak bir örnek olarak; Dawkins’e göre tek bir hücreden başlayarak insanda son bulan evrim serüvenimizin her bir karesini yan yana koyduğumuz bir albüm yapabilseydik ihtimal ki milyonlarca resmimiz olurdu. Her bir resmin kendinden önceki ve sonraki 5-10 resim ile farkı anlaşılamayacak kadar az olurdu. Albümün belirli bir kısmına bakan birisi için hiçbir değişim yaşamadan yaşayagelen bir canlı türünden söz edilebilirdi. Değişimi görmek için çok sayıda resme bakmak gerekirdi. 

Ebeveynlerinden ya da içinde yaşadığı toplumsal gruptan gördüklerinin dışında farklı hiçbir şey yapmadan, bir birinin kopyası hayatlar süren insanlığın gelişimi son yüzyıllarda ivmelenerek artmaktaydı. “Dünyada son otuz yılda üretilen toplam bilgi hacmi, bundan önceki 5000 yılda üretilenden daha fazladır.” gibi cümlelerin sıklıkla kullanıldığı bir zaman diliminde yaşamak hem büyük bir şans hem de ciddi bir handikaptı.

Yapacağınız işlerin çoğunda, eskinin öldüğü ama yeninin genel kabul görecek şekilde doğmadığı belirsizlik zamanlarında çocuk yetiştirmek zor zanaattı.

Ne kadar kolektifleştirilse veya kamusallaştırılsa da asla dokunulamayacak bir anne-çocuk alanının varlığı bilindiğine göre; toplumsal ilişkilerinin ürünü olan insanların “yapımında” en özel rolü üstlenen aile ve annelik kurumunun özgür kadınların gönüllü eylemi olması gerekirdi.

 

******

 

Feyza “Aslında başka şansımız da yok sanki. Ya hepsini yazmak lazım ya hiç birini...”

Sinan “Önerileri alalım arkadaşlar. En uzun yol bile ilk adımla başlar!”

Kadir “Toprakla yorganı özdeşleştirdik ya! Ben hem el sanatlarını temsilen, hem de yorgan/toprak metaforunun çağrışımı yoluyla tarım toplumlarına atfen ‘yorganı diken kim’ dizesini öneriyorum.”

Sinan “Harika! Arkadaşlar hepiniz şairmişsiniz de haberimiz yokmuş. Artık yalnız bana şair demekten vazgeçin.”

Şahin “Hani başbakana bakanlar arasında birinci anlamında başbakan deniyor ya, biz de sana başşair diyelim...”

Feyza “İlla biri reis olacak değil mi? Hepimiz kendimizi yönetelim deyince anarşi mi oluyor?”

Şahin “Laf sokma, bir dize söyle.”

Feyza “Peki, yorganı dikmek için gerekli iğneyi yapan emekçiyi ve madencileri temsilen ‘iğneyi yapan’ dizesini öneriyorum.”

Necmi “Çok güzel ama madenciliğinin uzun zaman dökümcülük yöntemiyle yapıldığını vurgulamak için ‘yapan’ yerine ‘döken’ fiilini öneriyorum.”

Feyza “Evet, doğru!”

Sinan “O zaman taş işçiliği ve edebiyatı da mezar taşı üzerinden anlatabiliriz. Örneğin ‘taşı kesen kim / ismini yazan kim’ diyebiliriz.”

Necmi “Çok hoş! İki dizede bir ‘kim’ deme kuralına uydurarak yazıyorum.”

Şükran “Ben de göçebelik, yapı işçiliği, ticaret yapan halklar için ‘hanı yapan kim’ dizesini; aleviler ve şarabı ayakları ile ezerek yapan kadınlar için ‘şarabı ezen’ dizesini öneriyorum.”

Sinan “Allegro! Bu kadar yapıcı ve neşeli bir final için illa kadın olmak mı lazım?”

Kadir “Hayır birader! Şair olmak lazım…”

Feyza “Hah şimdi ‘biraderi’ doğru yerde kullandın. Arkadaşlar bence de müthiş güzel bir final oldu, ama izniniz olursa bir dize daha önermek istiyorum…”

Şahin “Nırınımmmm!… Kuyu cadısından son atak!”

Necmi “Evet?...”

Feyza “Müstakilen bir dizeyi hak ettiğini düşündüğüm bir halk var: Kürtler. Kimlikleri ve hakları için verdikleri mücadele ve yaşadıkları ölçüsüz acıların şiirimizde olmasını isterim.”

Şahin “Tek dizede rezervlerimizi ve eleştirilerimizi kayda geçiremeyiz ama…”

Necmi “Önceki dizelerde hangi halkların yanlışlarını kayda geçirdik de sıra Kürtlere gelince teyakkuza geçiyoruz!”

Şahin “Konu güncel ya! Yanlış anlaşılabilir.”

Sinan “Şiirin altına imzanı atmazsın olur biter…”

Şahin “Hadi ya! Bir avuç solcuya emeğimi sömürttürecek göz var mı bende?”

Feyza “Bak Şahin! Hepimiz ve herkes birçok doğru ve birçok yanlış yapıyoruz. Bazı doğrularımız birilerine göre yanlış, bazı yanlışlarımız da başka birilerine göre doğru… Bazen doğru insanlar yanlış şeyler yapıyorlar, bazen de yanlış insanlar doğru şeyler yapıyorlar… Önemli olan ayrıntıların dışında kalan ‘son tahlil’ çözümlemesi. Sence Kürt diye bir halk var mı?”

Şahin “Bir süredir hep birlikte ‘var’ diyoruz.”

Kadir “Peki, bir süre önceye kadar ne diyorduk?”

Şahin “Karda yürüdüğü için kart-kurt sesi çıkaran dağ Türkleri konularına hiç girmeyelim.”

Necmi “İlk önce ‘var’ diyorduk ve resmi belgelere bile yazıyorduk.”

Şükran “Hangi resmi belgeler?”

Necmi “Sivas ve Erzurum Kongre kararları, Amasya Protokolü, meclisteki konuşma tutanakları gibi birçok kaynak bulunabilir…”

Şükran “Ee, sonra ne oldu da yok oldular?”

Necmi “Aslında Lozan Anlaşmasında adları geçmeden bütün vatandaşlara getirilen haklar ile en azından ana dillerini kullanma hakları vardı, ama devletimiz tehlikeleri bertaraf edip kendini güvende hissettiğinde verdiği sözleri unuttu.”

Şahin “Ama somut koşulları da unutmamak lazım. Dünyadaki tüm devletlerde yaşanan uluslaşma süreci kaçınılmaz değil miydi? Otoriter yönetim modellerinin tüm dünyada yaygınlaşmaya başladığı, hatta uygarlığın taşıyıcısı sayılan ulusların faşizmin karanlığında insanlık suçları işlediği ve bu günkü anlamı ile demokrasinin henüz belirsiz olduğu bir dönemde; ardı ardına savaşlar içinde tükenmiş haldeki bir halk ve kurtuluş mücadelesinin önderlerinin bile birbirlerini tasfiye etmeye çalıştığı koşullarda yaşandı her şey. Bu günün dünyası ve değerleri ile yargılamak adil mi?”

Feyza “Tamam, söylediğin her şey doğru olsa bile bunlar suçu hafifletici nedenler olabilir ancak. Ama suç ortada duruyor hala…”

Şükran “Suç dediğiniz şey yalan söylemek mi?”

Feyza “O da var tabi! Ama ulusların devlet kurmak dahil kaderlerini tayin etme hakkı Amerikan Başkanı Wilson tarafından bile gündeme getirilen bir haktır. Solcular tarafından da sahiplenilmiş…”

Necmi “Sahiplenmeyen solcular da var. Rosa gibi...”

Feyza “Doğru! Ama sonuç olarak Lenin’in dediği oldu ve bizim müktesebata da girdi.”

Şükran “Yani Amerika Kürtler devlet kursun demiş ve biz itiraz mı etmişiz…”

Necmi  “Böyle nokta atışı şeklinde değil de Türk yönetimindeki diğer uluslara da tam bir özgürlük sağlanmalı gibi genel ibareler kullanılıyor.”

Şahin “Aslında kasıtları Ermenistan değil mi?”

Necmi “Çok daha kapsamlı bir plan. Öncelikle İngiltere ve Fransa, Osmanlı ve Ortadoğu’nun paylaşılması için Sykes-Picot Anlaşmasını yaptılar. Wilson prensipleri de sömürgeleri büyük emperyalist güçlerin ticaret serbestisine sahip olacakları liberal bir anlayışla yeniden yapılandırmak için açıklandı. Bizim tartışmamıza katkı sunacak olan bakış açısı, bambaşka kaygılarla da olsa emperyalistlerin bile ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımış olmalarıdır.”

Sinan “Aslında kavramın Marksist tarihi çok daha eskidir. Marks ve Engels’in Hindistan için olumsuz; İrlanda, Polonya için olumlu değerlendirmeleri gibi tartışmalar üzerine Lenin 1915’lerde ilkesel olarak kabul etti.”

Şahin “Tabi sizde ağanın lafının üstüne laf olmaz!”

Feyza “Sözünün üstüne söz söyletmeyen faşisttir; sözünün üstüne söz söyleme gereği duyulmayan ise ermiş, usta, önder oluyor.”

Şükran “Bir taraftan büyük ölçekli devletler, dünya devrimi hatta sınırların kaldırılmasını savunurken; diğer yandan her ulusa bir devlet istemek tuhaf değil mi?”

Feyza “Lenin, her konuda olduğu gibi bu konuda da diyalektik ve devrimci bir yaklaşım sergilemiş. Somut koşulların nesnel tahlili ve var olan gerçekliğin devrim dinamikleri lehine değerlendirilmesi…”

Necmi “Ayrıca kısa, orta, uzun vade hedefleri birbiri ile çelişiyor gibi görünebilir. Devleti sönümlendirerek ortadan kaldırmak için devlet kurmak gibi...”

Sinan “Ayrıca ulusların kaderini tayin hakkını boşanma hakkına benzeterek, öz ve içerik olarak çok olumlu bir kavramsallaştırma yapmadığını, kaçınılmazlık halinde başvurulacak son çare olduğunu söylüyor.”

Şükran “Boşanma hakkı nerden çıktı?”

Necmi “Lenin ‘hiç kimsenin boşanması arzu edilmez, ancak birlikte yaşama olanağı kalmadıysa boşanmak bir haktır’ diyerek arzu edilmeyen durumların da hak olabileceğini söylüyor. Bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağına ezilen taraf karar verir. Şiddet gören ve mutlu olmayan bir kadının eşinden boşanma hakkı ne kadar meşru ise, birlikte yaşamaktan memnun olmayan ulusların da boşanmaya hakları vardır.”

Şükran “Yani üniter devletçilik aslında Katolik nikahını savunmak gibi.”

Şahin “Bak Şükran, kafanı karıştırıyorlar! Bir kere Kürtlerin ayrı devlet istediğini nereden biliyoruz? Kürtler derken İstanbul’daki, İzmir’deki, İran, Irak, Suriye’dekiler de dahil mi? Vatanları ve sınırları neresi? Coğrafyalarının zorluğu ve denize kıyıları olmayışı nedeniyle kuracakları devlet yaşar mı? Bir arada yaşamak daha iyi değil mi?...”

Feyza “Gerçekten cevaplarını merak ettiğin için mi soruyorsun, yoksa işi yokuşa sürmeye mi çalışıyorsun?”

Şahin “İnsan cevap istemekten başka ne amaçla soru sorar?”

Feyza “Yani, sen Kürtlerin de Türkler gibi bir ulus olduğunu, bu nedenle Türklerin ‘Türk’ olarak sahip oldukları her hakka ‘Kürt’ olarak sahip olmaya hakları olduğunu kabul ediyorsun da yolu yordamı meselesine mi takılıyorsun?”

Şahin “Ben meseleleri Türk-Kürt kavramları olmadan da tartışabiliriz diyorum. Kurtuluş Savaşını nasıl birlikte yaptıysak şimdi de birlikte yaşayabiliriz.”

Kadir “Gavura karşı din kardeşliği; Ermeni kırımı nedeniyle cezalandırılma ve el koyduğu mal mülkün gitmesi tehlikesine karşı suç ortaklığı; senin olduğu için değil bin yıllardır yaşadığı kendi vatanını savunma motivasyonu nedeniyle katıldığı Kurtuluş Savaşı yüzünden Türk mü oldular?” 

Necmi “Peki sen ülkesinin adında, anayasasında, vatandaşlık tanımında, andında, yemininde üstüne basa basa Türk demediğin, dağına taşına ‘ne mutlu Türküm diyene’ cümlesi yazmayan bir ülke kurdun; insanların etnik kökenleri ve inançları ile barışık bir şekilde yaşattın da Kürtler beğenmedi mi?”

Şahin “Ama o Türk kelimesi hepimizi kapsıyor...”

Kadir, Şahin’i omuzlarından tutup sarsarak  “Bak Kadir!...”

Şahin “Oğlum şunun önünden rakıyı alın ya! Bir insana kavgada bile ‘Kadir’ denmez. Ben ayna mıyım da kendini gördün?”   

Kadir “Oğlum ben hepimizi kapsayan bir isim anlamında ‘Kadir’ diyorum. Hepimiz Kadir’iz ve reklamcı ağzı ile konuşacağız. Ne var bunda?”

Necmi “Düştün mü reklamcının tuzağına! Hepimizin birer adı var ve eşdeğerler. Bu adların dışında ve yalnızca birimize ait olmayan bir kavramla adlandırılabiliriz. Fenerliler, liseliler, Halikarnas Balıkçısı’na saygıyla Anadolulular gibi. Ama içimizden biri ‘hepimiz benim adım, dilim ve değerlerim ile anılacaksınız!’ derse kabul eder miyiz?”

Feyza “Sözün özü, Türk varsa Kürt de var. Ya birlikte Türkün ve Kürdün değil de insanın, emekçinin yaşadığı bir ülke kurarız ya da herkes kendi derdine düşer!”

Şahin “Peki ilkesel olarak kabul ettim diyelim! Ya yol yordama ilişkin sorular!”

Necmi “Bütün cevapları da biz bulmak zorunda değiliz! Önemli olan tüm muhatapların özgürce katıldığı ve hiçbir kısıtlama olmaksızın yürütülecek bir tartışma süreci ile uzlaşma noktalarını bulmak.”

Şahin “Bütün solcular bu kadar zamandır boşa mı tartıştınız? Elde hiç cevap yok mu?”

Feyza “Tamam! Rakı masasının kaldırabileceği kadar bir özet geçelim. Kürtlerin ayrı devlet kurmak isteyen veya birlikte yaşamak isteyen kanatları ya da devlet kurmak isteyenlerin birlikte yaşama projesine geri döndükleri zamanlar oldu…”

Şahin “Yani Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar!”

Feyza “Peki, Türkler her konuda ne düşündüklerini biliyor mu?”

Şahin “En azından hangi görüşün çoğunluğu oluşturduğunu biliyoruz.”

Sinan “Yani farklı sesler ve görüşler olsa da çoğunluğun görüşü üzerinden tartışabiliriz.”

Feyza “Son yıllarda Kürt Özgürlük Hareketinin gerek parti olarak gerek bağımsız adaylarla girdiği seçimlerde Kürt illerinde belirgin bir desteğe sahip olduğunu kabul edersin herhalde?”

Şahin “Peki bunu da kabul edelim!”

Necmi “Haziran seçimlerinden sonra bütün dengeler değişti ama Kürt Özgürlük Hareketi son olarak demokratik cumhuriyette eşit yurttaşlar olarak yaşama projesini savunuyordu. Anayasal statü, kültürel haklar ve yerel özerklik gibi bir arada yaşamanın demokratik modelleri konuşuluyordu...”

Şükran “Kürt Özgürlük Hareketi dediğiniz tam olarak nedir?”

Feyza “Dağı, ovası, siyasetçisi, diasporası, gerillası, milletvekili, milisi, genci, kadını ile çok yönlü ve bileşenli bir halk hareketi. Ana gövdesini PKK’nin oluşturduğu yapı.”

Şahin “Yani PKK’sız bir süreç mümkün değil mi?”

Sinan “Gerçekten çözüm isteyenler için mümkün mü?”

Şahin “Ya ayrı devlet kurmak isterlerse?”

Necmi “Bu durumda da ‘müstakbel’ Kürt Devletinin sınırlarının belirlenmesi ile her iki tarafta kalan nüfusun ve mal varlıklarının isteğe bağlı veya zorunlu mübadelesi gibi başlıkları tartışmamız gerekecek. Ancak öncelikle uzlaşılması gereken konu tüm senaryoların özgürce tartışıldığı bir sürecin sonunda ortaya çıkacak iradenin ‘tartışmasız’ uygulanacağı konusunda güven vermektir.”

Şahin “Böyle bir konuda nasıl uzlaşılır?”

Kadir “Sonuçta vatan dediğin de tarihi bir şey. Zamanında Yunanistan, Bulgaristan falan da bizim vatanımızdı. Bağımsızlıkları için savaşan Yunan ve Bulgar asilerine ve hainlerine karşı savaşıyorduk… Şimdi uygar komşular olarak ilişkimizi sürdürüyoruz.”

Şahin “Ama onların sınırları zaten belliydi.”

Necmi “Hiç de öyle değildi. Batı Trakya Türklerine bakarsan oraları bizim olmalıydı. Ya da İstanbul’daki Rumlara bakarsan tersi olmalıydı. Girit, diğer adalar, mübadele sorunları kolay mı oldu sanıyorsun!”

Sinan “Eğer taraflar başka bir yol kalmadığına ikna olurlarsa, öyle ya da böyle bir sonuca ulaşırlar.”

Feyza “En azından nerelerde anlaşıldığı, nerelerde anlaşılamadığı ortaya çıkar.”

Sinan “Ayrıca hiç anlaşamamak bile şu halden daha kötü olmaz. O yüzden denemekten başka yol yok…”

Necmi “Komşu ülkelerdeki Kürtler ile ilişkileri, coğrafyalarının zorluğu, denize kıyıları olmayışı gibi meseleler Kürtlerin düşünmesi gereken meselelerdir. Tabi ki biz ve herkes tartışma sürecinde fikirlerimizi söyleriz ve Kürtlerin dikkate almasını isteriz. Ama kararı verecek olan bizzat Kürtlerdir. Ulusların kaderini tayin hakkı tam da bu demektir.”

Feyza “Yaşanan bunca şeyden sonra Kürtlerin eskisi gibi yaşamasını beklemek mümkün değil. Mutlaka ikna edici bir çözüm üretilmeli. Türkün Türk gibi, Kürdün de Kürt gibi ama aynı vatanda birlikte yaşayacağı bir düzenin kurulma çabalarının egemenler eliyle yürütüldüğünde ne kadar güvenilmez olduğunu ‘çözüm sürecinde’ gördük. Bu proje, tarafları kendi çıkarlarını azamileştirme yönünde koşullayarak birlikte yaşama imkanlarını da geri dönülmez şekilde örseliyor. Geriye kalan seçenek, daha üst bir kimlikte buluşarak kardeşleşmek. Akla iki yol geliyor: din kardeşliği ve sosyalizm. Eğer Kürtleri topyekün imha etmeyecekseniz, bu yollardan birini seçmek zorunda kalacaksınız.”

Şahin “Kırk katır mı, kırk satır mı?”

Sinan “Bence Kürt Özgürlük Hareketi, en azından muhafazakar Kürtleri din kardeşliği seçeneğine terk etmeyen, kadının toplumsallaşması ve siyasallaşması yolunda kat ettiği mesafe nedeniyle takdir edilmeli...”

Şükran “Neyse, hayırlısı ne ise o olsun diyelim. Feyza, artık şiiri tamamlayabilirsin bence…”

Feyza “Benim önerim, hem Kürtçeye saygı hem de kimlik sorunlarına vurgu anlamında ‘kinem’”

Şahin “Ne demek?”

Feyza “Kürtçe ‘biz kimiz?’ demek.”

Sinan “Tek sözcükle süper final oldu. Necmi tümünü okusana.”

Necmi “Ben katiptim. Okumak senin işin.”

Sinan “…

altına girip

yatmak için

yorgan yerine

istenen toprak

kimin vatanı

kimin mezarı

kürekteki el kimin

topraktaki diş

yorganı diken kim

iğneyi döken

taşı kesen kim

ismini yazan

hanı yapan kim

şarabı ezen

kinem?”

Kadir “Peçeteye yazılan ilk barış şiiri bize aittir herhalde…”

Şahin “Biz barışı tuvalet ya da zımpara kağıdına yazmaya alışkınız ama!”

Feyza “Yani ya bokunu çıkarırız ya kan çıkarırız diyorsun…”

Şükran “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıysa öyle gibi…”

Sinan “Arkadaşlar, hepimiz peçeteyi imzalayalım ve orijinal nüshayı kutsal emanetler sandığına koyalım.”

Necmi “Aramızda kasa sahibi olan bir tek Şahin’dir herhalde.”

Şahin “Valla, zenginliğin bir raconu da sanat koleksiyonu yapmakmış. İlk orijinal eserimi gururla takdim ederim. Altıpatlar grubunun kolektif şiiri! Bu şiirin adı yok mu?”

Kadir “Rakı masasında yazılan şiirin bütün kapalı kapıları açması dileğiyle ‘çilingir’ adını öneriyorum.”

Sinan “Çilingirin şerefine!”

 

******

 

Sinan, Gezi Direnişi konusunda karaladığı son şiirine çilingir temalı bir dörtlük eklemenin uygun olup olmayacağını düşündü. Rakı sohbetini gericilere rahmet okutacak bir şevkle aşağılayanlara inat, aklına bir dörtlük geldi ama barikat-çilingir “uyumsuzluğu” kendisini de rahatsız ettiğinden son dörtlüğü akıl defterinde saklamaya karar verdi:

 

Küllerinden doğmanın

Manifestosu haziran

Doğmak yaşama yetmiyor

Büyümeli doğan can

 

Durduk yerde çoğalmaya

Yetiyor edep erkan

Durmadan çok kalmaya

Bulmak gerek yol yordam

 

Omzuna omuz değmeyenin

Yumruğu yıldıza kalkamaz

Barikatta parlamayan göz

Güneşin fethine de bakamaz

 

Su dökünce aklanır gibi

Yıkar sohbetle bir düzeni bir ruhu

Camın ardındaki buğulu beyaz 

Her dem direnişin can suyu

 

Neydi sanat? Sanat, sanat için miydi toplum için mi? “Tüm solcuların ilk okuduğu kitap” diye bahse girsen kesin kazanacağın Felsefenin Temel İlkeleri’nde “sizi anlamsız ve tutarsız ikilemlerle baş başa bırakırlar; şu mu olmak istersin bu mu diye. Diyalektik der ki hem şu olabilirsin hem de bu.” deniliyor. Yumurta tavuk benzeri ikilemler ve paradokslar insanın ilgisini çekiyor her halde. Yoksa toplum için sanat yaparken, sanatı da sanat gibi yapmak ama ‘katıksız estetikçilik’ gibi tuzaklara düşmemek neden mümkün olmasın?

Sanat, maddi pratik içinde ‘yeni’ olanı dile getirir. Bir ürün ya da etkinliğin sanat olabilmesi için belirli bir estetik forma sahip olması ve kültürel anlamda önemli, yani ‘yeni’ olması gerekir. Bu anlamıyla nesnenin sıradanlığına son veren, insanın manevi haz ihtiyacını karşılayan yaratıcı eylemin ürünü bir eylem olmalıdır.

Yalnızca dış gerçekliği taklit eden veya ayna gibi yansıtan günlük ve sıradan üretimlerimizden farklı olarak tasarlanmış bir üretim olmalıdır. Bu yönüyle, asıl gerçeklik ile genel bilgilenme ve algılanma düzeyi arasındaki ilişki ve çelişkiye müdahale eder. Bu bağlamda ideolojiktir ve asla tarafsız olamaz. Sanat ürününün tüketilmesi, eserin içerdiği ideolojinin tüketicisi tarafından yeniden üretilmesine neden olur. Sanat eseri; gücü, muhatabını etkileme yeteneği, ikna ve inandırma kapasitesi, estetik ve gerçeklik düzeyi gibi birçok kritere göre tüketicinin ideolojisini ve estetik anlayışını etkiler veya belirler.

Bu nedenle sosyalistler ‘toplumsal gerçekçi’ sanat anlayışını savunurlar. Toplumun yaşadığı sorun ve gerçekliklerden bağımsız, sınıf savaşına kayıtsız bir sanatsal yönelimi desteklemezler. Bu konularda tarafsız olunamayacağını; güçlü ve zayıf iki kişinin kavgasında tarafsız kalmanın objektif olarak güçlünün yanında yer almak anlamına geldiğini, öngörülebilir süreç ve sonuçlara müdahil olmamanın son tahlilde var olan durumu desteklemek ya da onaylamak anlamına geldiğini bilirler.

Ancak, sanatta toplumsal gerçekçi bakış açısı; slogancı, salt ve saf politik sanatın savunusu değildir. Emekten yana sanatın savunucularının da barış ile savaş, mücadelenin sıcak dönemi ile kısmi denge dönemi, emeğin iktidarı ile muhalefet dönemlerinde farklı biçim ve yoğunlukta içerik oluşturacakları açıktır.

Ayrıca ‘insana ait olan hiçbir şeye yabancı olmayan’ ve ‘kişisel olanın politik olduğunu’ bilen toplumsal gerçekçiler, toplumu oluşturan bireylerin kişisel dünyalarını da ilgi alanlarına alırlar.

Sanat, bir ‘bakış’ kazandıran manipülatif etkisini gerçekleştirmek için bilgi vermelidir. Bu anlamıyla bizi yeni dünyalar, insanlar ve durumlarla tanıştıran bir arkadaş, rehber ve gezgin; farklı var olma seçeneklerini somutlayan belgesel, anı, sohbet; kafamızda somutlayamadığımız bulutsu proje ve özlemleri netleştiren ve yenilerine esin kaynağı olan ilham perisi; ‘Allahım! Neden ben?’ diye dünyaları başımıza yıktığımız ve evrende yalnızca bize ait olduğunu düşündüğümüz dramların aslında başkaları tarafından da yaşandığını öğreterek teselli eden aile büyüğü; bilinçaltımızın derinliklerinden en olmadık zamanlarda gelerek ağır mahcubiyet ve suçluluk duygularına neden olan ‘karanlık’ tarafımızın da “yaygın ve normal” olduğunu anlatan psikolog olabilmelidir.

Sinan, son dönemdeki şiirleri arasında bu anlamda politik ve kişisel temalı şiirlerini düşündü. Politik şiir olarak aklına gelen ilk örnek, 10 Ekim’de Ankara’da katledilen yüziki can için yazdığı şiirdi. Nazım, Karadeniz’de katledilen Onbeşler için “bunların sen isimlerini aklında tutma fakat / 28 Kanunisaniyi unutma” diyordu ya!... İsimleri değil ama tarihleri hatırladığımız günler o kadar çoğalıyordu ki! Bunları şiir halinde tarihe ve topluma not etmeyen şairliğin ne anlamı olabilirdi?

 

Artık tüm yürekler yıldızlara yürüyenlerin devrim şehitliği

Nabız atışları göz nurundan gez’i ruhundan arpacık ucundan

Evrenin anası büyük patlama ile sonsuzluğa sıkılan isimlerdi

Hep yeniden doğan Anka’ra Kuşunun kanatlarına kazınan

 

Sıcak ekmek gibi yaşamı kar buz kestireceklerin inadına

On’ların Ekim’inde toprağa düştü yüzikiverenler de

Bu ilk Ekim’i değildi ki toprağın buluşmasının tohumla

Tarih yazdı on’u yedi geçiyordu ilk orak çekiçlisinde de 

 

Onbeşler denizin karasına ekti umudu Onlar derenin kızılına

Ser verenler dağa ekti direnci Dörtler ateşe kesmiş zindana

Bu Nazım saygıdır Suphi zamanlarda ekilen tohumun Hakkı’na

Bir maraba da Ali İşçi’den Emek’çiden esen yele Boran’a

 

Mahir bir ustanın işlediği Cevahir’in Saffet’li Ayna’sı

Cihan’ı Gezmiş bir Yusuf’çuğun kanadında şavkır

İnan Ulaş’maya Kadir’dir dağ ateşinin Mine’li Kıvılcım’ı

Kayanın kaypağından seken Yıldız misali menzile varır

*(şiirin açıklaması metnin sonunda)

 

Peki! Kişisel dediği şiire örnek var mıydı? Varlığını borçlu olduğu bir arkadaşının “canının içi” kızı için istediği şiiri de yeni tamamlamıştı:

 

Geldin bahar güneşi gibi içe işleyen ılık

Baktın duru bir göl gibi hareli aydınlık

Ağladın yeraltı nehri gibi çağıltılı içli

Güldün parlak yıldız gibi sıcak sevinçli

 

Bebektin melek kanadı gibi saydam sarı

Çocuktun başak tarlası gibi ışıklı uçarı  

Büyüdün genişleyen evren gibi gizli hızlı

Oldun engin okyanus gibi derin dalgalı

 

Mutluluğumuzsun gülen yüz gibi dolunay güneş

Kıvancımızsın içimize sığmaz gibi coşku ateş

Gururumuzsun eseriyle övünür gibi sabah akşam

Sevincimizsin o büyük gün gibi düğün bayram

 

Emeğimizsin hayatı yaratır gibi kutlu canlı

Lezzetimizsin dostlar sofrası gibi tuzlu tatlı

İyiliğimizsin kendin olmak gibi karşılıksız haklı

Fikrimizsin ince gül gibi ilk harflerde saklı

 

Sanatçının toplum içindeki yeri ve üretiminin değeri konusunu düşündü Sinan… Sanatın metalaşmaması gerektiğini savunuyordu ama hayatını idame ettirmek için ürünlerini gelire çevirmek zorundaydı. Yayın ve dergicilik dünyasındaki sevgisiz ve yıkıcı rekabet de cabasıydı.

Başka bir mesleği olmadan yalnızca ‘sanatçı’ kimliğiyle yaşayan insanların, ilk çağlardaki kabile büyücüleri ile ortak atalarını bulmak için ne kadar geriye gitmek gerektiğini düşündü. Maddi hayatı yeniden ve yeniden üreten, yaratan, koruyan, dağıtan bireylerin dışında; insanların korkularını, özlemlerini, haz beklentilerini, acılarının yok edilmesi taleplerini, anlam arayışlarını karşılayan ve sorularına yanıt vererek ruhlarını yönlendiren ilkel büyücüler ve şamanlar ile günümüz sanatçılarının işlevsel benzerlikleri ne anlama geliyordu?

Sonuçta, şöyle ya da böyle bir ürün vardı. Bu ürün bir şekilde paraya dönüşüyordu. Peki, piyasada fiyatlandırılan elma, gömlek veya cep telefonunu fiyatlandırdığımız gibi mi düşünmeliydik?

Sosyalist literatürün en netameli konularının başında emek değer teorisi vardı. Neden 1 kilo elma x lirayken bir gömlek y liraydı? Birbirinden çok farklı ürünlerin fiyatlarını neye göre belirliyorduk?

Marksist iktisada göre piyasada satılmak amacıyla üretilen ürünlere meta deniyordu ve metanın üretimi sırasında harcanan emek gücü metanın değişim değerini belirliyordu. Emek gücünü ise emek zamanla ölçüyorduk. Eşit miktarda emek içeren ya da aynı sürede üretilen metaların değeri aynıydı. Emek zaman da beceri, bilim, teknoloji, fiziksel koşullar, mevsim, iklim gibi değişkenlerden etkileniyordu.

Sanat ‘meta’ olmamalı diyenler, yalnızca değişim değeri için üretilmemesi gerektiğini savunuyorlardı. Kamusal destek ve tahsisler ile hayatı garantiye alınmayan sanatçıların piyasada var olmaları gerekiyordu. Sanat nesnesinin kullanım değeri, insanın manevi ve entelektüel dünyasını geliştirerek hayattan aldığı hazzı artıran yanı piyasayı pek ilgilendirmiyordu. Daha çok bir yatırım aracı; statü, ayrıcalık, itibar, şöhret gibi sembolik sermaye sayılabilecek niteliğiyle metalaşıyor ve değişim değeri üzerinden işlem görüyordu.

Sanat ve bilim, metalaşma tehlikesine karşı toplumsal fonlarla desteklenmeliydi. Sanatçılar ve kültür emekçilerinin üretim, eğitim, yayın, sergi araç ve ortamlarına kolaylıkla ulaşmaları sağlanmalı; ulusal ve uluslararası etkinlikler, festivaller, toplantı ve buluşma olanakları yaratılmalıydı.

Bütün bu süreçlerin yürütülmesinde, diğer tüm çalışanlar gibi, sanat ve bilim emekçilerinin de kendi üretimlerinde söz sahibi olmaları, özerk/bağımsız bilim ve kültür konseyleri eliyle çalışma ortamları düzenlenmeliydi.

Sanatçı için mesai, parça başı veya götürü iş gibi ölçümler yapılamayacağına göre, toplumsal fonlarla desteklenmeyi hak etmenin nasıl mümkün olacağı ve ne kadar sürdürüleceği, yani ‘müstehaklık’ sorgulamasını da ancak sanatçılar yapabilirdi.    

Şairliğin dışında da bir “altın bilezik” edinmek için çok mu geç kalmıştı?

 

******

 

Necmi “Başlığı büyük harflerle yazıyorum. Hayırlı olsun!”

Şükran “Bir eser yaratmanın hazzı çok güzelmiş!”

Kadir “Birkaç dize yazmak, iki mucize doğurmuş bir anne için basit bir yaratıcılık olmalı.”

Sinan “Gerçekten! Dünyada toplam yüz milyar civarında insan yaşamış, şu anda yedi buçuk milyar insan yaşıyor ve hala her doğan çocuğa mucize muamelesi yapabiliyoruz...”

Necmi “Bu da bizim hayatlarımızın kuantumu. Kendi atom altı dünyamızda uyguladığımız kurallar ile toplumun ya da insanlığın geneli için düşündüklerimiz farklı olabiliyor.”

Feyza “Doğru! Çocuklarının dengesini bozmamak veya topluma yabancılaştırmamak adına ilke ve inançlarını çocuklarına anlatmayan, hatta özellikle onları uzak tutan, özelleştirmeye karşı olmasına rağmen çocuğunu özel okula gönderen birçok tutarsızlık örneği var.”

Şahin “İnsanların daha iyi bir gelecek kurma mücadelesi vermeleri, çocuklarının bu günkü ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamalarına engel olmamalı. Hele ki uğruna çabaladığın geleceği yakın vadede kurman garanti değilse! Kendi hayatın üzerinde kumar oynayabilirsin ama özgür iradeleri ile seçim yapma yeterliğine ulaşmamış çocuğunu da seninle sürükleyemezsin!”

Feyza “Duyan da çocuk askerlere karşı kampanya örgütlüyorsun sanır! Konuştuğumuz konu silah alıp dağa çıkmak ya da barikat kurmak değil! Eşitlik, özgürlük, dayanışma ve paylaşma konusunda kolektif bilince sahip; evren, dünya, insan, evrim konularında bilimi rehber kabul eden; insan, kadın, çocuk, hayvan hakları, çevre bilinci, çok kültürlü yaşam bilgisi, cinsiyet özgürlüğü ve eşitliği gibi konularda çocuklarımıza anlatacak değerlerimiz yok mu?”

Kadir “Ama herkesten de kahraman olmasını ya da apaçık bildiği riskleri yakınları adına almasını bekleyemezsin. Saydığın şeylerin çoğu mayın tarlası gibi konular. Hiç kimse çocuğunun mayın eşeği olmasını istemez.”

Şahin “Devlet bile aileden bir çocuğu askere alınca diğerlerini azat ediyor.”

Necmi “Suya atılan taşın yarattığı halkaların kıyıya ulaşmasını bekler gibi sıramızı bekliyoruz...”

Sinan “Her konuda öyle değil mi? Hepimiz biraz korkak, biraz cesur, biraz cahil, biraz hakim ve çocuk değil miyiz?”

Feyza “Mücadelenin sıcaklığı, hedefe yakınlık, göze alınması gereken risk miktarı, taraftar sayısı, biriktirilen güç gibi birçok değişkene bağlı olarak sudaki halkanın durduğu yere ulaşmasını bekleyenlerin olması doğaldır.”

Necmi “Zaten bu anlattığınızın adı kitleselleşme değil mi? Gücünüzle, ikna kabiliyetinizle, somut başarılarınızla kitlelere ulaşmak için politika yapılmıyor mu?”

Feyza “İster bilinçli ve örgütlü, ister kendiliğinden olsun taş suya düşmeli ve bir dalga yaratmalı…”

Kadir “Devrimci öncü meselesine mi giriyoruz?”

Feyza “Hangi kitlesel iş veya eylem öncüsüz yapılabilir? Kitle ile yapılan her hangi bir işin birileri tarafından düşünülmeden, planlanmadan, organize edilmeden, iş bölümü yapılmadan kitlenin tümü tarafından aynı anda ‘haydi, hoppa!’ diye başlatılması mümkün mü?”

Sinan “Anlattığın süreç zaten işin doğası. Tartışmanın asıl konusu kitleden kopukluk ve kavganın asıl sahiplerinin yani işçilerin yerine, günümüzde çok kullanılan kavramla ‘vekalet savaşı’ vermek...”

Necmi “Teşbihte hata olmaz diyerek örnek vermek istiyorum. Tedavi görmesi gereken hastaya doktorun müdahalesi ya da yetiştirilmesi gereken çocuğa öğretmenin müdahalesi yanlış mıdır? Tıp bilgisi olmayan hasta, okuma yazma ve pedagoji bilmeyen çocuk uzman yardımına ihtiyaç duymaz mı? Kendi koşulları, gerçekliği ve varoluşu ile belirli bir hedefe ulaşması mümkün olmayan tüm dezavantajlı gruplara dışarıdan yardım zorunlu değil mi?”

Kadir “Hastanın ve çocuğun interaktif olarak içinde olmadığı tedavi ve eğitim süreçlerinden de hayır gelmeyeceğini kabul edersin her halde!”

Necmi “Valla, ezilenleri bir aşamada sürece katmayan devrim teorisi olduğunu sanmıyorum. Darbeci, jakoben, narodnik hatta goşist yapılar bile salt saray darbesinden söz etmiyorlar. Öncülük, adı üstünde arkadan geleni varsayan bir kavram. Tartışmanın konusu zamanlama ve öncünün rolünü kasmaması ile ilgili…”

Şükran “Yani, kimler ve nasıl başlayacaklar?”

Feyza “Tabi ki, bizim niyetimizden bağımsız olarak bir devrimci durumun varlığı gerekli…”

Necmi “Devrimin objektif ve sübjektif şartları… Öncelikle anlamlı bir çoğunluk o şekilde yaşamak istemiyor olacak ve genel bir yönetim krizi hali olacak.”

Şahin “Yani, insanların onay verdikleri ve değiştirilmesi için çaba göstermedikleri sistemlere karşı devrimcilik yapmak, yel değirmenlerine saldırmak gibi mi oluyor?”

Feyza “Eski çağlardan beri süren kölelik sistemine Spartaküs’e kadar kitlesel bir başkaldırı olmadığı için kölelik iyidir mi diyelim? Toplama kamplarında sessizce bekleyen Yahudiler kaderleri ile barışık mıydı? Milyonlarca evde her gün şiddet gören kadınlar ve çocuklar yaşadıkları hayatı onaylıyorlar mı? Bazen kandırılarak, bazen de zorbalık ile umutları tüketildiği için çaresizce kaderini kabullenenlerin sessizliği onay değildir!”

Necmi “İdeolojik hegemonya, suni denge gibi kavramlar bu durumu anlatmak için kullanılır. İnsanlar yeni bir dünyanın kurulabilmesindeki zorluklar, yönetenlerin emrindeki güç, devrimcilerin güçsüzlüğü, egemen ideolojinin bütün zor ve ikna aygıtları ile kesintisiz pompaladığı kaderci anlayışın yarattığı umutsuzluk ile düzene biat ederler.”

Sinan “Bu biat halinin yarattığı suskunluk ve durgunluğun ebedi olduğu düşünülür. İşte devrimcilik, bu suskunluğun fay hattında biriken enerjiyi anlamak ve uygun koşullarda tetikleyici sarsıntıyı başlatmak sanatıdır!”

Feyza “İnsanlar birçok imparatorluğun yıkılacağına inanmadan yüzlerce yıl yaşadılar. Şimdi hiç biri yok. Bastil Hapishanesi’nin önündeki askerler ya da Dünya Savaşındaki Rus askerler silahlarını emredilenin tam karşı yönüne çevirene kadar, devrimcilerin dışında kimse Fransız ve Rus Devrimlerinin olacağına inanmıyordu. 27 Mayıs akşamı iş makinaları Gezi Parkına girdiğinde bir avuç aktivistin direnişi sürerken biri bize ‘üç gün içinde milyonlarca insan ülkenin her yanında destansı bir direniş başlatacaklar’ deseydi inanır mıydık?”

Şükran “Aslında umutsuzluk yaratan cehalet, aynı zamanda yeni bilgilere açık olmak demek; ne istediğini bilmemek, her seçeneği kabul edebilecek bir genişlik; omurgasızlık dediğimiz esneklik her duruma uyum sağlama yeteneği demek. Yani umut da umutsuzluğun içinde saklı…”

Feyza “Bacım, diyalektiği şahlandırdın valla! Dibe vurmadan yükselinmiyor.”

Necmi “Ama dip dediğin zeminin bataklık olup seni içine çekme ihtimalini de dışlamamak lazım. Yere vurdum nasıl olsa bundan sonrası yükseliş deyip beklersen sonun hüsran olabilir.”

Sinan “Dibe vurmak objektif koşulların olgunlaşması demekse, örgütlü ağ yapıları ile trambolin gibi tüm zemini kaplayarak yükselişe hatta sıçrayışa uygun hale getirmek de sübjektif şartların gereği…”

Şahin “Arkadaşlar, hepiniz okumuş yazmış, meslek sahibi ve önü açık insanlarsınız… Her istediğinizi yapabilecek, her ihtiyacınızı alabilecek durumdasınız. Sizi defalarca yarı yolda bırakan, yaptığınız ve kurduğunuz her şeyi gözlerini kırpmadan ve zevkle yıkan, her fırsatta size düşmanlık yapan ve yardımınızı istemeyen insanları kurtarmak için niye uğraşıyorsunuz?”

Sinan “Biz kimseyi kurtarmaya çalışmıyoruz. Kendimizi kurtarmaya, hayatımıza bir anlam kazandırmaya çalışıyoruz. Anlattığın gibi konformist ve bireyci bir yaşamı yeterli bulsaydık devrimle ne işimiz olurdu. Zaten başkalarını kurtararak kahraman olmak, modaya uymak, ilgi duyduğu birinin sevgisini kazanmak, sevdiği birine öykünmek gibi dışsal nedenlerle devrimci olanlar çoktan yolu terk ettiler ya da acilen terk etsinler.”

Feyza “Devrimcilik, asıl anlamın yolda ve yolculukta olduğunu idrak edenlerin işi! İlla hedefe varalım, hemen varalım diyen ‘skorcular’ çabuk yoruluyorlar ve bu insanlar iyiliği hak etmiyorlar deyip dönüyorlar.”

Necmi “Oysaki iyilik tek taraflı bir eylem ve hal’dir. Karşındaki hak ettiği için yaptığın şey iyilik değil hakkını teslim etmektir. Bu seni kötü biri olmaktan koruyabilir ama iyi yapmaz. İyilik, kötülük yapmamak hali değil iyilik yapma halidir. İyi bir insanın hayatını anlamlı kılan budur!”

Şükran “Bir yaratıcı tarafından anlamlandırılmamış hayata insan eliyle anlam kazandırma çabasından sonuç alınabilir mi? Hele ki bu anlamın bizzat kendi yarattığın yapay bir şey olduğunu bilmene rağmen...”

Şahin “Allah razı olsun Şükran! İnsanları tanrısız iyiliğe nasıl ikna edeceklerini kendileri düşünsünler.”

Feyza “Öncelikle, tanrı var yok tartışması ile sömürüyü unutturmaya çalıştığınız ‘cambaza bak’ numaranızı artık yemeyiz. Tanrı olsa da olmasa da bu sömürü düzeni bitecek! Tanrı fikrini insanlığa karşı suç işlemek ve sömürü düzenini sürdürmek için istismar etmenin dışındaki her türlü inanç ve ibadetin güvencesi biziz...”

Necmi “Ahlak ve iyilik anlayışları da tarihseldir. Değişmez ve özünde kötü bir insan doğasının olduğu yolunda yaygın bir kanı vardır. Oysaki insan doğası potansiyel olarak olası bütün seçenekleri içeren yapısı ile içine konulduğu kabın şeklini ve rengini alan su gibidir. Bütün renk ve şekilleri alabilir ama kendi başına bir rengi ve şekli yoktur. Bu nedenle potansiyel olarak her şeydir ama içinde bulunduğu kabın şekline yani toplumsal koşullara göre görünür hale gelir. İnsan doğasının kötü olduğunu söyleyenler, aslında insanın içindeki potansiyel kötüyü görünür hale getirecek şekilde işleyen toplumsal dinamiklerden söz etmektedirler.”

Kadir “Hani şu Kızılderili sözü gibi: İçinde kavga eden siyah ve beyaz kurttan hangisini beslersen o kazanır!”

Necmi “Aynen! Toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunun davranış kalıplarının çoğu yerleşik değerlerin ortalaması etrafında şekillenir. Kötülüğün maddi ya da manevi olarak kazandırmadığı, kötülük yapanın kabul görmediği; aksine saygı, itibar, onur, şeref açısından eksikli kabul edildiği ve makam, mevki, unvan, gelir, yaşam koşulları açısından kısıtlandığı bir toplumda insanlar, marazi durumlar dışında, neden kötü olsunlar?”

Şükran “Ben şu hayatın anlamı meselesine takıldım...”

Sinan “Eğer dışarıdan hazır olarak verilmiş bir anlam olmadığını kabul edersek seçeneklerimiz nelerdir? Anlamsız yaşamak, intihar etmek ya da kendi anlam dünyamızı oluşturmak… Anlamsız yaşamak gerçek bir seçenek değil. En azından bu soruları soracak kadar hayatla ilgilenen hiç kimse bitkisel hayatı tercih edemez.”

Feyza “Şahin konusunda rezervlerim var!”

Şahin “Hayatım anlamsız ama para bende bebek!”

Feyza “Hayatın anlamının para ile satın alınabileceğini sanacak kadar aptal olmanın dayanılmaz hafifliği!...”

Kadir “İkinizi bu dertlerden, dünyayı da sizden kurtaracak olan ikinci seçenek olan intihar konusunda kimse kimsenin elini tutmuyor. Bir zamanlar nihilistlerin cesurca denedikleri bu yöntem de anlam tartışmasına kesin bir cevap oluşturuyor. Maçası yiyene!”

Necmi “Kendi anlam dünyamızı oluşturmak, Şükran’ın dediği gibi yapaylık ve yabancılaşma tehlikesi içeriyor gibi görünse de; kendi ürünümüzün bizden kopup aşkın bir nitelik kazanarak bize rağmen bizi etkilemesi anlamında yabancılaşma tehlikesi olmadığı, hatta olası tüm yabancılaşmaları hayatımızdan uzaklaştıracağını söyleyebiliriz. Yapaylık konusunda da öz saygısı ve öz güveni olan bireyin kendi ürününe de saygı ve güven duyacağı açıktır.”

Sinan “On beş milyar yıldır var olan evrene bir kez geldik ve şanslıysak ortalama seksen yıl yaşayacağız...”

Şükran “Öbür dünya ve reenkarnasyon seçeneklerine hiç mi şans tanımıyorsun?”

Sinan “İsteyen hesaba katsın… On beş milyar yıldır bizsiz var olan evrenin, bizi tanıdıktan sonra asla bırakmayacağı, şu veya bu şekilde varlığımızı sürdüreceği, bizsiz bir gelecek tahayyül edilemeyeceğini düşünenlere kolaylıklar dilerim!”

Necmi “Freud’a göre insanoğlu iki travma ile baş edemiyor: Birincisi Dünya’nın evrenin merkezi olmak bir yana, sonsuz büyüklük içinde ihmal edilebilir bir nokta olması; diğeri ise insanın evrim yoluyla ilkel formlardan gelmiş olması. Bu gerçeklerle yüzleşmeden anlamlı bir hayat yaşayamazsın!”

Feyza “Fromm’a göre de ilk ‘neden?’ sorusunu soran atamız bitimsiz trajedimizi başlattı… Güçsüzlüğün ve yalnızlığın dayanılmaz hali olarak özgürlük serüvenimiz başladı.”

Kadir “Bu güçsüzlük ve yalnızlıkla baş etmenin yolu da iyi ve kötü arasında tercihimizi yapıp hayatımıza anlam katmak, öyle mi?”

Necmi “Evet! Ama özgürlük zorunluluğun bilincine varmaktır. İnsan bireysel veya kolektif özne olarak her ne yapıyorsa verili koşullar içinde yapar. Tarihsel olarak sürekli değişen koşullardan bize denk gelen yirmi birinci yüzyıl kapitalizmin, emperyalizmin, gericiliğin, savaşın, yoksulluğun, eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dönem. İyilik ve kötülük kavramları bu temelde anlam kazanıyor.”

Feyza “Yani bu kavramları kullanmadan önerilen iyiliklerin, yapanların insafına bağlı, kazanılmış hak oluşturmayan ve sistemleşmeyen, sadaka vererek günah çıkartmaya ve ezilenleri şükürcü zihniyete hapsetmeye yarayan sahte iyilikler olduğunu görmek gerekir…”

Şahin “Yani ölmekte olan denizyıldızını denize atmak için uğraşmayalım mı?”

Sinan “Tabi ki uğraş. Her can kutsaldır. Korunması ve kurtarılması için her çabaya değer. Ama denizyıldızlarının sürekli karaya vurması ve ölmeleri halinde sorunun yapısal boyutu ile ilgilenmeden tek tek kurtarma çabaları da iyilik gösterisine dönüşüyor. Bataklığı hiç dert etmeden sineklerle uğraşmanın samimiyeti de sorgulamaya açık değil mi?...”

Şükran “Arkadaşlar, muhabbet çok güzel ama yavaş yavaş kalkmamız lazım.”

Sinan “Hatta hızlı hızlı kalkmamız lazım.”

Şahin “Hesabı istiyorum. Alman usulü yapıyoruz, değil mi?”

Feyza “Hayır! Alman usulü herkesin yediğini ödediği yönteme deniyor. Biz komün usulü yapıyoruz. Herkes ne varsa ortaya koyuyor!”

Şükran “Bu dediğin imece değil mi?”

Necmi “Aynen! Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre!”

Şükran “Bizim imece dediğimiz komünizm miymiş?”

Feyza “Ha şunu bileydin! Yarın yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber, ne anlama gelebilir ki?...”

Şahin “Giderayak propagandadan vazgeçemedin yine!”

Necmi “Seneye görüşmek üzere arkadaşlar!”

Sinan “Haziran’da olsun...”

Feyza “Bize bütün aylar Haziran!”

 

******

 

(*)Şiirin açıklaması:

Artık tüm yürekler yıldızlara yürüyenlerin devrim şehitliği

Nabız atışları göz nurundan gez’i ruhundan arpacık ucundan

            *Göz, gez, arpacık; ateşli silahların nişan yoludur. Gez, atıcının gözüne yakın olan, genellikle ‘v’ şeklindeki kısımdır. Arpacık ise silahın namlusunun ucuna yakın olan çıkıntıdır.

Evrenin anası büyük patlama ile sonsuzluğa sıkılan isimlerdi

Hep yeniden doğan Anka’ra Kuşunun kanatlarına kazınan

            Anka Kuşu; küllerinden yeniden doğan efsanevi kuş. Kanatlarını değdirerek her türlü yara ve hastalığı iyileştirdiğine inanılır.

Sıcak ekmek gibi yaşamı kar buz kestireceklerin inadına

On’ların Ekim’inde toprağa düştü yüzyediverenler de

Bu ilk Ekim’i değildi ki toprağın buluşmasının tohumla

Tarih yazdı on’u yedi geçiyordu ilk orak çekiçlisinde de 

            İlk sosyalist devrim olan Rus Devriminin tarihi 17 Ekim 1917’dir.

Onbeşler denizin karasına ekti umudu Onlar derenin kızılına

            Onbeşler; Kurtuluş Savaşına katılmak için Karadeniz’den gelen Türkiye Komünist Partisi lider kadrosundan 15 komünist 1921 yılında Karadeniz’de öldürüldü. Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Kazım Ali, Bahaeddin, Emin Şefik, Cemil Nazmi, Kazım Hulusi, Halitoğlu Mehmet, İsmail Hakkı (Topçu), Hayreddin, Mehmet Ali, Dr. İsmail Hakkı, Maksut, Mustafaoğlu Mehmet, ve Çitoğlu İsmail.

            Onlar; 1972’de Deniz’lerin idamını engellemek için kaçırdıkları nato görevlileri ile birlikte Tokat’ın Kızıldere Köyü’nde öldürülen 10 devrimci: Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp.

Ser verenler dağa ekti direnci Dörtler ateşe kesmiş zindana

            Ser verenler; İbrahim Kaypakkaya TKP/ML TİKKO’nun kurucusudur ve “ser verip sır vermeyen yiğit” olarak anılır. 1973’de Tunceli/Vartinik Köyü/Mirik Mezrası’nda çatışma sırasında Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, Kaypakkaya yaralı olarak çatışma alanından uzaklaşmış ancak beş gün sonra yakalanmıştır. Dört aylık sorgulama ve işkence sürecinden sonra 18 Mayıs 1973’de öldü.

            Dörtler; 1982’de Diyarbakır Cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için kendilerini yakan 4 PKK’lı: Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref Anyık.

Bu Nazım saygıdır Suphi zamanlarda ekilen tohumun Hakkı’na

            Nazım; şiir, komünist şair Nazım Hikmet.

            Suphi; sabah ve şafak vakti ile ilgili, TKP’nin kurucu genel başkanı Mustafa Suphi

            Hakkı; Onbeşler’den iki İsmail Hakkı.

Bir maraba da Ali İşçi’den Emek’çiden esen yele Boran’a

            Maraba; yasaklı dönemlerde yurt dışından yayın yapan TKP’nin yayın organı Bizim Radyo’da hem “merhabalar” hem de “kır emekçileri” anlamında kullanılan söz.

            Ali; ulu, büyük, TİP genel başkanı Mehmet Ali Aybar.

            Boran; şiddetli kar, fırtına, kasırga, TİP’in son genel başkanı Behice Boran.

Mahir bir ustanın işlediği Cevahir’in Saffet’li Ayna’sı

            Mahir; uzman, usta, Kızıldere’de öldürülen Mahir Çayan (THKP/C).

            Cevahir; değerli taş, mücevher, 1971’de İstanbul/Maltepe’de Mahir Çayan ile saklandıkları evde öldürülen Hüseyin Cevahir.

            Saffet; temiz, arı, Kızıldere’de öldürülen üsteğmen Saffet Alp (THKP/C).

            Ayna; foya, ziynetlerde taşın arkasına sürülen boya, Kızıldere’de öldürülen Ömer Ayna (THKO).

Cihan’ı Gezmiş bir Yusuf’çuğun kanadında şavkır

            Cihan; evren, dünya, Kızıldere’de öldürülen Cihan Alptekin (THKO).

            Gezmiş; 1972’de idam edilen THKO’nun kurucularından Deniz Gezmiş.

            Yusuf(çuk); sadakat ve sevgi kuşu,  1972’de idam edilen THKO’nun kurucularından Yusuf Aslan.

İnan Ulaş’maya Kadir’dir dağ ateşinin Mine’li Kıvılcım’ı

            İnan; 1972’de idam edilen THKO’nun kurucularından Hüseyin İnan.

            Ulaş; 1972’de çatışmada öldürülen Ulaş Bardakçı (THKP/C).

            Kadir; güçlü olmak, gücü yetmek, 1971’de Nurhak Dağlarında öldürülen Kadir Manga (THKO).

            Mine; metal eşya üstüne vurulan renkli cam katman, 1982’de İzmir/Urla’da öldürülen Devrimci Yol militanı Mine Bademci.

            Kıvılcım(lı); TKP’den ayrılarak Vatan Partisi’ni kuran Doktor Hikmet Kıvılcımlı.

Kayanın kaypağından seken Yıldız misali menzile varır

            Kaypakkaya; TKP/ML TİKKO’nun kurucusu İbrahim Kaypakkaya.

            Yıldız; 1973’de çatışmada öldürülen Ali Haydar Yıldız (TKP/ML TİKKO).

 

 

**********

  

Bu blogdaki popüler yayınlar

1. MEKTUP ('HER ŞEY' HAKKINDA)

Gezi Direnişi sırasında 13 yaşında olan Elif'in 'her şey' hakkında merakını gidermek ama 'her şey' hakkında gerçekten merak yaratmak amacıyla yazıldı...  

18. MEKTUP (ÜTOPYALAR GERÇEK Mİ?)

                                                         Anlatılanların 'makul, meşru ve mümkün' olduğunu somutlamak için yazıldı...