Önceki mektupları 'popüler' bir dille anlatmak için yazıldı...
CANIMIN İÇİ
KIZIMCIM (4)
“Olduğun gibi” olduğun için,
Mutluluğumuz,
Gururumuz,
Kızımız Elif’e
ÖNSÖZ
Canımın İçi Kızımcım!
Bu
‘kitap’ yazma işi de nereden çıktı dersen üç şey söyleyebilirim:
Birincisi; ‘her şey’
hakkında yazdığım üç mektupta anlatamadığım ‘bağzı’ konularda sohbet etme
fırsatı,
İkincisi; kitap
yazmanın çok zor olduğu, hakkında yazılmayan konu kalmadığı, yeni bir konuda
yeni bir kitap yazmanın neredeyse olanaksız olduğu hakkındaki konuşmamızda
“istersen yazarsın!” demiştim ya… “Büyükler konuşarak değil yaparak örnek
olurlar” cümlesinin gereği,
Üçüncüsü; bir oyuncunun “Belki bir demlik çay ya da bir duble rakı. Sadece sohbet kurtaracak bizi.” cümlesi,
Gerçekten de yazılmayan
konu kalmadı! Ama çok uzun zamandır böyle değil miydi? İlgimizi çeken, hayran
olduğumuz, hayatımızı değiştiren birçok ‘eser’ daha önce defalarca incelenmiş,
irdelenmiş, eşelenmiş, seslendirilmiş, renklendirilmiş, şekillendirilmiş…
konuları farklı ses, söz ve renklerle anlatma çabası değil miydi? ‘Aynı
konuları’ farklı ses ve sözlerle anlatmak, farklı konular yaratmak anlamına
gelmiyor mu?
Yalnızca yazarsan
‘kitap’ olur mu? “Var olmak” anlamında olur. ‘İyi’ olmak anlamında olur mu?
Olursa iyi olur, olmazsa canın sağ olur! Yapabileceğin tek şey denemek.
Hayat ereksel değil nedensel
akar. Yaptıkların ve oldukların, yapacaklarını ve olacaklarını belirler.
Heybende ne varsa onu yersin. Tabi ki heybede hayaller, rüyalar, ütopyalar için
de, yürürken yolda karşılaşacağın meyve ve yemişler için de yer olmalıdır.
Mektuplarda konuştuğumuz
üzere; bizi saran toplumsal koşulların ürünüyüz. Ama bir gelişkinlik düzeyine
ulaştığımızda, bizi belirleyen toplumsal koşulları etkileme, değiştirme,
belirleme şansına kavuşuruz (altyapı-üst yapı konusunda ‘çubuk bükme’ metaforu
ve varoluşçuluk!).
Bir iddiaya sahip olsun
ya da olmasın, başkaları için yazılan her eser en azından ilginç olmalıdır.
Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi “sıradanın sıra dışılığını” anlatan eserleri
hariç tutmak kaydıyla, sıradanın sıradan hikayesinin ‘yazmak’ için verimli olmadığı
açıktır.
Bizimki “sanat, eser”
gibi kavramlardan azade bir ‘yazılı sohbet’ olacağı için “iyi olmak” anlamında
kitap olmasa da “var olmak” anlamında bir kitap denemesi olacak.
Anlatım bütünlüğünü
bozmamak için mektuplarda değindiğimiz bazı konuları tekrar etmek zorunda
kaldım.
Eğer istersen, kendi
sesin ve sözün ile “her konuda” ve her formda yazabileceğini bilerek seni rakı
masasında sohbete davet ediyorum.
Haydi şerefe!
Afiyet olsun!
(Aralık 2015)
ÇİLİNGİR
“Mey’i hoş olmayan
mekanın ser’i hoş olur mu?” dedi meyhaneci.
“Ali Abi, mekanın adını
neden Meyhoş koydun?” sorusunu soran Sinan ağzındaki mayhoş tadı yutkunmaya
çalışarak ve cevaptaki alaycı tınıya bozulduğu için hafifçe kızararak “İlla
mekan sahibiyle muhabbet edeceğim diye aptalca soru sorarsan, bu güne kadar
yazdığın tüm şiirlerden daha güzel cevabı da ilk kitabında kapak olarak
kullanırsın artık!” diye düşündü, ama “Abi şair olan sen misin ben miyim?” diye
laf sokmayı da ihmal etmedi.
‘Meyhanecilik her dona
girmektir’ duruşunu takınan Ali Abi “Yuvarlanan taş da zemine göre güzel sesler
çıkarır. Bu sözlerde bir güzellik varsa sebebi içinde yuvarlandığı
muhabbettir.” dedi.
Bu kez mahcubiyetten
kızaran şair “İnşallah bu komplimanlar adisyona eklenmez.” cümlesini bir parmak
gibi meyhanecinin yüzüne salladı.
‘Senden daha güzel söz
söylerim’ diyen yalancı peygamberlerin başına gelenleri hatırlayan meyhaneci,
hafifçe ürpermesine rağmen son taşı atmaktan kendini alıkoyamadı. “Biz sözünü
nakte çevirenlerden değiliz beyim!” diyerek birleştirdiği iki masaya dengeli
bir şekilde yerleştirmeye çalıştığı servis tabaklarını bırakıp hızlı adımlarla
mutfağa geçti.
“Mekana ilk gelen
olmanın kaçınılmaz tatsızlıklarından ilkini atlattık galiba.” diye düşünen şair
sıradaki olası tatsızlıkları listelemeye çalıştı:
Necmi “Hıyar! Masanın
en stratejik yerine kilit taşı gibi oturup muhabbeti istediği gibi yönlendirmek
için erken gelmiş.” demezse adam değilim. Taşra üniversitesinde hoca oldum diye
herkesin her şeyi O’na sormasını bekliyor. Ulan, memleketin hali için mesleklere
ceza kesecek olsak, ilk sırada eğitimcilerin hesap vermesi gerekir. Yetmiş
yıldır yoğurduğunuz hamurdan çıkan ekmek bu! Yiyene afiyet olsun!
‘Usta’ reklamcı
olduğundan beri sözcükler yerine simgelerle konuşan Kadir “Lan! İlk gelen bir
nevi ev sahibi gibi oluyor. Bu dallama havaya girip hesabı tek başına öder mi?”
diye umutlanıp, selam vermeden önce “Oğlum, mekan sahibi gibi çöreklenmişsin
yine!” diyerek ilk spotunu patlatacaktır. ‘Oğlum’ hitabının yaratacağı
samimiyetin altından sırıtan üsttencilik, ‘çöreklenmek’ fiilinin subliminal
mesajındaki yılan tıslaması ve ‘yine’ zarfıyla ortaya boca ettiği yılışıklık
imasının ne kadar anlaşıldığını görmek için etrafı kolaçan ederken tam karşıma
oturacaktır.
Bin yıllık ‘memur’
zihniyetini sendikacılık yaparak yıkmaya çalışan Feyza ise bütün şirinliğiyle
“Şair dediğin boşta gezerin az gezeni. Yapacak işi olmadığından ve ilham perisi
geldiğinde hareket halinde olup da işini zorlaştırmamak için erkenden gelip
‘düşünen adam’ moduna girmiş.” diye düşünecek; sürekli eylem, toplantı, hareket
ve risk içindeki yaşamında varlığını ‘omuz omuza’ hissetmese de sözü ve
nefesiyle yanında olduğunu bilmenin yarattığı dayanışma duygusunu gösterecek
şekilde sıkı ve abartılı bir selamlaşma ve kucaklaşma seremonisi yaşatacaktır.
Doğru eş seçimi ile
‘liyakatini’ kanıtladığı için kayınpederine ait orta boy bir müteahhitlik
şirketini yöneten Şahin ise “Aferin adama, erken gelip oturarak herkesi
selamlaşmak için ayağına gelmek zorunda bırakıyor.” diyerek takdir dolu
bakışlarla yanıma gelecek ve sarayında sanatçıları hamiliğine alan Osmanlı
paşası edası ve hocasının çizmesindeki çamuru silen Fatih’in mağrur saygısı ile
şairini kucaklayacaktır.
Lisede en akıllı ve
çalışkanımız olan, ancak kendisinin aşırı güzelliği ve ailesinin aşırı gericiliği
tarafından ‘erken evlilik’ şeklinde yazılan kaderi nedeniyle yaşamını ev kadını
ve anne olarak sürdüren Şükran “İşte sanatçı duyarlılığı! Hiç kimse kendini
yalnız hissetmesin diye erkenden gelmiş.” diyecek ve biz entellerin kabuğunu
kazıdıkça açığa çıkan magma yangınının yalnızca yakan ama pişirmeyen ateşi
yerine “basit, sade ve makul” olanın kıvama getiren sıcaklığının ne kadar
değerli olduğunu bir kez daha hatırlatacaktır.
“Unuttuğum var mı?”
diyerek biraz önce bitirdiği monoloğundaki paragrafları saydı ve beş rakamına
ulaşınca “Vefa bir semt adı değildir!”
diyerek rahat bir nefes aldı.
Liseden mezun olduktan
yıllar sonra ‘süslü’ Leyla’nın “Bizim sınıf mezunlarının ‘geleneksel yılda bir’
toplantısında görüşelim” diyerek başlattığı ve şehrin en lüks restoranında
organize ettiği yemeğe toplamda dokuz kişi katıldı. Bu fiyaskoyu dürüstçe
üstlenen Leyla bir daha ortalıkta görünmedi. Sonraki birkaç yılda kimin
organize ettiği anlaşılamayan anonim ‘yılda bir’ yemeklerine bazıları aileleri
ile katılan az sayıdaki arkadaşın kakafonik muhabbetlerinden sonra cazibesi
azalan yemeklere altı kişinin düzenli olarak kaç yıldır katıldığını hesaplamaya
çalışırken masaya düşen kocaman gölgenin görsel gürültüsü ile dikkati dağıldı.
“Oğlum, sen hep böyle
erken geliyorsan manitalarla aranın bozuk olması normal!” cümlesindeki
davudiliğin Kadir’e ait olduğunu fark etti. Kadir, her zamanki teklifsizliğiyle
bir yıldır biriktirdiği özlemin ağırlığının anlaşılması için bütün vücudu ile
üzerine abandı. Kocaman elleri ile sırtında icra ettiği davul solo da bu
dramatik karşılaşmanın fon müziğini oluşturuyordu.
Kankalık düzeyinde
arkadaşlık her konuda mütekabiliyet gerektirse de davul soloya ancak naylon
uçlu bagetle trampet ritminde cevap vererek “Bana oğlum dediğinden beridir
erken geliyorum. Biyolojik babam olmasan da bazı genetik özelliklerin bana
geçmiş galiba.” diyerek en azından espri düzeyinde durumu dengelemeye ve
‘oğlum’ hitabından çok da memnun olmadığını hissettirmeye çalıştı.
Seri adımlarla tam
karşıya geçip oturan Kadir “Oğlum, yılda bir yemekte buluşuyoruz diye kalan 364
günde mundar mıyız?” diyerek ‘sahne
amiri benim ve akışı ben belirlerim’ pozuna büründü.
“İlk konuşan götü
kurtarır, öyle mi?” diye cevaplayan Sinan, Kadir’in yüzündeki ifadenin
sebebinin ‘göt’ sözcüğü nedeniyle muhabbetin maruz kaldığı irtifa kaybı mı,
‘asıl sen suçlusun ama ben susuyorum’ iması mı olduğunu anlamaya çalışırken
“Selam beyler, rakı bardakları boşken yanaklarınızdaki kırmızıyı neye
borçluyuz?” diyen Necmi’nin akademik sesi ortamı yumuşattı.
Necmi’yle birlikte
gelen Feyza da ses ve duyguların kısa molasını fırsat bilerek “Ruh ikizlerinin
domates festivalini erken başlatmışsınız” cümlesini bir amazon mızrağı gibi iki domates
yanaklının ortasına savurdu.
Sinan bir yandan Feyza
ile kucaklaşırken bir yandan da “Kızım, illa İspanya’dan teşbih yapacaksan
yakışıklı matadorların kırmızı yeleklerine kıran mı girdi?” salvosuyla
muhabbetin beynelmilel boyutuyla ilgili iyi bir partner olacağını göstermeye
çalışırken “Matadoru bırak, boğa bile sizin için iltifat olur!” tokadıyla
Feyza’nın masada erkek egemen bir atmosfere izin vermeyeceğini bir kez daha
anladı.
Bu esnada masanın karşı
tarafında Kadir, tembel hayvan gibi göğüs nahiyesinde asılı duran Necmi’yi yere
bıraktı ve bir anda tüm mekanı ele geçiren sesiyle “Ya doktorcum, şuramdan bir
ağrı giriyor ve ta şuraya kadar…” diye parmağını omuz bölgesinden beline doğru
kaydırırken, Necmi “Ne ruh ikizi, ruh öküzü bunlar! Oğlum, geçenlerde evin
önünde de yaptın ya bu maymunlukları. Bizim kapıcının karısı beni tıp doktoru
sanmış, benim doktorluğumun başka olduğunu anlatana kadar canım çıktı.”
deyince, birbirlerini gerçekten seven eski arkadaşlar gibi gülmeye başladılar.
“Böyle güleceksek iyi
ki gelmişiz” rehaveti ile hareketleri ağırlaşan Feyza ve Necmi, selamlaşma
faslını tamamlamak için masanın diğer tarafına doğru hareketlendiler. Samimi
arkadaşların ilk selamlaşmayı ‘abartılı ve gürültülü’ yapma baskısından
kurtulmuş olmanın rahatlığı ve sonradan gelecek olanlar için barutu tüketmemek
gerektiğinden selamlaşmalarını sıcak birer sarılma ile hallederek oturdular.
Karşılıklı olarak “eee
nasılsınlar, eşler çocuklar nasıllar, işler nasıl gidiyorlar” ile oluşan hamam
havası, meyhaneci Ali Abi’nin yeni gelenlerin ellerini sıkarak “hoş geldiniz,
özlettiniz!” temalı yarma harekatı ile duruldu.
Hiç kimseye bakmadan
herkese bakıyormuş izlenimi yaratan Ali Abi “Servise başlayalım mı?” diye
sorduğunda, dördü birden “Olur” diyerek, sonradan geleceklerin olası “niye bizi
beklemediniz!” sitemlerine karşı hep birlikte sorumluluk almış olmanın huzuru
ve özgüven sahibi arkadaşlara sahip olmanın gururu ile arkalarına yaslandılar.
Hiç konuşmadan varılan
uzlaşma sonucunda sözü alan Sinan “Abi, sen bize ne yap biliyor musun?”
dedikten ve espriyi anladıklarını göstermek isteyenlerin gülmesi için yeterli
bir süre bekledikten sonra “Peynir, kavun, ezme, humus… Ee her şeyi devletten
beklemeyin arkadaşlar. Hadi biraz katılımcı demokrasi!” diyerek arkasına
yaslandı ve Feyza’nın bol limonlu maydanoz, Kadir’in barbunya pilaki katkıları
ile soğuk meze siparişi tamamlandı. Sinan’ın “Sıcakları diğerleri gelince
söyleriz.” cümlesinin ardından Ali Abi’nin “Herkese rakı, değil mi?” sorusu ile
masa aczmendilerin kafa sallama ayinine döndü.
Ali Abi’nin işareti
üzerine elindeki büyük rakı şişesi ile masaya seğirten garson ile Şahin az daha
çarpışıyorlardı. Hemen arkasındaki Şükran’ı da koruyan bir hamle ile garsonu
omuzlarından yakalayan Şahin “Acele etme gözüm! Bu açları doyuramazsın” diyerek
Feyza’ya yöneldi. “Kız bu ne güzellik” ile başlayan selamlaşma faslı, Şükran’ın
masanın öbür tarafından “Ulan hayırsız…” girizgahı ile başlattığı huruç
harekatının nal sesleri ile karışarak uğultuya dönüştü ve Feyza ile Şükran’ın
yapışık iki bedenin uzun süre sağa sola sallanması ile gerçekleşen ‘azınlık
dayanışması’ temalı gösterilerine odaklandıktan sonra azalarak bitti.
“Arkadaşlar biz
mezeleri söyledik. Eklemek isteyen varsa… Rakıdan başka şey içecek
terbiyesizler elini kaldırsın…” nidaları arasında, çerkez evinde bir türlü
doğru yere oturmayı başaramayan misafirler gibi dönendikten sonra, masanın bir
yanına Feyza, Sinan, Şahin; diğer yanına Şükran, Kadir, Necmi düzeninde
oturdular.
Yeni gelenlerle yapılan
hal, hatır sohbeti ile rakıların servisi aynı anda bitti. Cep telefonunu
garsona veren Kadir “Arkadaşlar, bu bizim son akşam yemeğimiz olabilir.
Suçumuzu kayıt altına alalım. Şerefe!” diyerek afili bir poz verdi.
Herkes bu poza ve
garsonun elindeki telefonun konumuna uygun bir pozisyon almak için
hareketlendi. Şükran rakı kadehini ortada oluşan bardak piramidinin üstüne
doğru uzatırken “Ne saçmalıyorsun sen!” diye yanı başındaki Kadir’e şarladı.
“Kızım, kötü anılar
çabuk unutuluyor. Seçim sonuçlarını ne çabuk sindirdiniz böyle!” diyen Kadir,
bir kez daha ‘sahne amiri’ olarak gündemi belirlemenin hazzını yaşarken, garsonun
cep telefonunu uzatması ile sahne ve amirlik sona erdi.
Bir mecburiyeti daha
geride bırakmış olmanın huzuru ile yerlerine oturanlar, Şahin’in “İki gözüm,
yılların garsonusun. Sormadan rakıya buz atılmayacağını kimse söylemedi mi
sana?” fırçası ile irkildiler.
Suçunu anlamaya çalışan
garsonun şaşkın bakışları arasında kadehini uzatan Necmi “Al oğlum, bu rakı
buzsuz.” diyerek konuyu dağıtmaya çalıştı.
Şahin’in “Ya birader,
rakıya buz koymak cinayettir diyoruz, bir türlü dinle…” cümlesini tamamlamasını
beklemeden mevzuya bodoslama dalan Feyza “Çakma sosyete! Her gün birçok insan
gerçekten öldürülürken ‘cinayet’ sözcüğünü aklına getirmeyen beyimiz, rakıya su
katılınca Komiser Kolombo gibi cinayeti aydınlattı ve savunmasız bir emekçiyi
aşağılama hakkını dibine kadar kullandı.”
Şahin “Aman ya! Bu
‘kızıl’ ilk cümlede halk mahkemesini kurdu. Kır kalemi, kes cezayı, yaşamayı
neyleyim!”
Feyza “Bari
şarkılarımızı kötü emellerine alet etme.”
Şahin “Ne bileyim ya!
Sizin yörelerden söylersem cezada indirime gidersin diye şansımı denedim.
Ayrıca, sizin cemaatten üstatlar söylüyor ‘rakıya buz atılmaz’ diye.”
Tartışmanın gereksiz
uzadığı ve söyleyeceği bilgi ile sorunun sonsuza kadar çözüleceği hissini
yaratan bir ses tonuyla söze giren Necmi “Şahin doğru söylüyor Feyza. Rakıya
atılan buz parçası katı haldeyken içtiğin yudumdaki rakı-su oranı ile buz
eridikten sonraki oran farklılaşıyor.”
Verdiği bilgiyle huşu
olmasını beklediği Feyza’nın “Eeee?” diyen mimikleri ile karşılaşan Necmi, ilk
doktora jürisinde soruyu dahi anlamadığı halde cevap vermeye çabaladığında jüri
üyelerinin yüzlerinin aldığı şekli hatırladı. “Yani, damak zevki gelişmiş
olanlar…”
Cümlesini tamamlamasına
fırsat vermeyen Feyza’nın “Cinayet nerde beyler!” diye höykürmesi üzerine
Necmi’yi düştüğü çukurdan kurtarmak için davranan Sinan “Beyler, fazla
kanırtmayalım isterseniz. Size kalsa rakı içmeye smokinlerimiz ile kırmızı
halıdan geçerek gelmemiz gerekecek.”
Kadir, reklamcılığın
kazanılmış bir genetik özellik olduğunu düşündüren tarzıyla “Arkadaşlar, rakı
içmeye senfonik konser muamelesi yapmayın lütfen. En yakışan mezesi arabesk ve
sanat müziği olan bir içkiden bahsediyoruz.”
İstediği zaman her
düzeydeki sohbete katılabildiğini defalarca kanıtlamış olan Şükran “Sanat
müziğine burun kıvıramazsınız! Klasik müzik kiliselerde çalınırken sanat müziği
saraylarda terennüm ediliyordu.”
“Şükran Teyze, biz
gençlerin anlayacağı dilde konuşursan mütehassıs oluruz.” diye zevzeklik yapan
Kadir, iki çocuk annesi ‘ev kadını’ Şükran’ın yaşıyla ilgili sataşmalardan asla
etkilenmeyeceğini düşünürken, Şevval Sam’ın yumuşacık sesi ile mekana yayılan
‘Söyleyemem derdimi’ şarkısını duyunca “Meyhaneci Ali bizim masayı mı
dinliyor?” diye aklından geçirdi. Eş zamanlı olarak düşünmeyi başardığı “Bu
albümde ilk önce sözsüz bir peşrev var. Müziğin başladığı en az iki dakika
olmuş.” tespiti ile gurur duyarak paranoyasını kenara bıraktı ve “Arkadaşlar,
nasıl ki günlük yemek kültürümüzü ‘gurme’ düzeyinde yaşamaya kalkarsak hayat
çekilmez olursa, içkiyi de ‘büyükelçi’ raconuyla içersek keyfinin azalacağı
muhakkak.”
Şahin “Maksat muhabbet
olsun, rakı bahane” diye araya girince, Feyza ‘bir ayağı öfkede’ ses tonuyla
“Şahin, sen ağayla marabanın ‘biz bu boku neden yedik’ fıkrasını biliyor
musun?” diye sordu.
Şahin “Bok yemek bizim
fıtratımızda yok ablacım!”
Feyza “Abicim, cinayet
muhabbetiyle ortalığı karıştırdın. İki dakikada ‘rakı bahaneye’ bağladın. Bu
fıtratın adı ne?” deyince, Şahin soruyu içinden tekrarladı.
******
İstediği hayat bu
muydu? Eğitimini gördüğü konunun dışında bir işle iştigal ediyor olmak;
fırsatları değerlendiren esnek bir duruş mu, ne istediğini bilmemek mi,
yalnızca başarıya ve kazanmaya odaklı bir stratejinin sonucu muydu?
Soruda ısrar ederse,
derinlerden gelecek cevabın ne olacağını kestirdiği için sessizliği tercih
ediyordu. Ayrıca, sevdiği kadınla yaptığı evliliğin motivasyonunun başarı ve
kazanç olduğu konusunda genel bir uzlaşma olduğunu hissediyordu. Kendisinin de
zengin bir kadınla evlenmeyi, geleceğini kurtarmanın kolay ve garantili yolu
olarak gördüğünü bilmek hiç hoşuna gitmiyordu.
Sonuçta, O başarılı bir
müteahhitti. Evler, siteler, toplu konutlar yapıyor; ihaleler alıyor; suyun
başındaki etkili yetkililerle ‘işin doğası’ sayılan ilişkiler kuruyor ve
tekerin dönmesini sağlıyordu.
Dışarıdan bakıldığında
özel bir eğitim gerektirmeyen, hatta hiç eğitim gerektirmeyen bir işin meslek
olarak bu kadar karizmatik olması garip geliyordu. İlkokul mezunu erkek
çocukların, babaları tarafından alınan taksilerin arkasına ‘babam sağ olsun’
yazarak hayatlarını kazanmasına benziyordu.
Bütün işletmelerde
patronların olmazsa olmaz tek özelliklerinin sermaye sahipliği olduğunu;
sermayenin kazanılmış ya da çalınmış, helal ya da haram, yasal ya da kara para
olmasının hiçbir önemi olmadığını; önemli olanın miktarı olduğunu kendisi de
biliyordu.
Aksi takdirde, ülkenin
en iyi üniversitelerini dereceyle bitirmiş mimarların projelerini, en başarılı
inşaat mühendislerinin gözetiminde; en deneyimli usta, kalfa ve amelelerle
binalara çevirme sürecindeki katkısının arsa, malzeme, izin ve ruhsat temini
gibi lojistik işlerle sınırlı olmasına rağmen adının başrol olarak en başa
yazılmasını ve gişe hasılatının aslan payının kendisine ayrılmasını
açıklayamazdı.
Ama, bildiği büyük
patronların çoğu üretime hiçbir katkı sunmadan, purolarını tüttürüp viskilerini
yudumlarken, saray yavrusu evlerinde sanat koleksiyonları için tarihi eser
kaçakçılığı yaparken, aşırı lüks ve ölçüsüz bir hedonizm içinde yaşarken;
kendisi bütün mütevaziliği ile lise arkadaşlarıyla salaş bir meyhanede
buluşuyor ve bütün içtenliği ile katıldığı sohbette maruz kaldığı sataşmalarla
başarılı olmanın kefaretini ödüyordu.
Her zaman ve her konuda
ailelerinin ve çevrelerinin gurur kaynağı olan; eğitim sürecinin her aşamasını
parmakla gösterilecek bir başarı ile tamamlayan; bütün yasalara, kurallara
uyan; sanat, bilim, spor konularında kendini geliştirmiş; esprili, hoşsohbet,
nazik, humor sahibi birçok insana göre çok daha başarılı sayılmasının ve daha
varlıklı bir hayatla ödüllendirilmesinin vicdanında gölge oluşturmadığını
söyleyemezdi.
Açık açık bindiği dalı
kesmeye çalışan ‘kızıl’ arkadaşlarına her konuda yardımcı olması, arkadaşlığını
ısrarla ve fedakarca sürdürmesinin de işi ile karakterini birbirine
karıştırmadığının kanıtı olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu bakış
açısının modern zamanların sadaka veya zekat ile günah çıkarma anlayışı olarak
değerlendirilme ihtimalini de gözden uzak tutmuyordu ama özünde iyilik olan
davranışları günah çıkartma ya da ruhu arıtma gibi nedenlere bağlayanların
insanlık alemindeki toplam iyilik miktarının artmasına katkı sağlamadıklarından
emindi.
Kent
topraklarının özel mülkiyete konu kıt bir mal olması, yatırım aracı olarak boş
tutulması, üretilen konutların ve inşaat malzemelerinin ticarete ve
spekülasyonlara konu olması, lüks konut tüketimini özendiren ölçüsüz gelirlerin
ve gösteriş merakının artarak sürmesi halinde işinin tıkırında gideceğinden de
emindi. Ama yine de masadakilerden çoğunun hayatına neden özendiğini
çözememenin huzursuzluğunu yaşıyordu.
Hep daha çok ve daha
büyük olanın peşinde geçen bir hayatın da çoğaldığından ve büyüdüğünden emin
değildi. Devasa beton bloklar içinde kullanmadığımız birçok alanı
kullanmadığımız eşyalarla doldurup ‘yuva’ demenin; yasal sınırın birkaç katı
hız yapabilen, kent içinde park ve manevra imkanlarını azaltan boyutları ile
hayatı zorlaştıran arabaların; sınıfını ve kastını belli etmekten başka işe
yaramayan, pahalı olmaktan başka özelliği olmayan, çoğunlukla zevksiz ve
kullanışsız süs eşyalarının; zirveye çıkma veya zirvede kalma geriliminin Sisyphos’un
laneti gibi biteviye yinelendiği bir atmosferde varlığı hissedilen kıskançlık,
haset, fesat, kin, nefret benzeri rekabetçi ve üretken(!) duyguların iyi ve
nitelikli bir hayatı temsil etmediğini biliyordu.
Ama bu dünyada durmak
düşmek demekti. Kazanmak ve daha çok kazanmak bir araç olmaktan çıkıp amacın
kendisi haline geliyordu. Hep ve sürekli büyümeyenler; hep, sürekli ve daha çok
büyüyenler tarafından ya yutulup yok ediliyor ya da parlak dünyalardan daha mat
ve tali dünyalara sürgün ediliyorlardı.
Arkadaşlarıyla oturduğu
masa gözünde bir ruh çağırma seansına dönüştü. Sözcükler fincanın gösterdiği
harfler gibi uçuşarak sıraya girdiler ve yalnızca masanın kolektif ruhu
tarafından bilinen sır okunur hale geldi: Hayat yeni, parlak, pahalı enstrümanlara
sahip olmakla değil; enstrümanlardan çıkan seslerin uyumlu ve kaliteli bir
“beste” olmasıyla güzelleşir!
******
“Bu muhabbet fazla
uzadı.” diye düşünen Şükran, Kadir’e dönüp “Sen son yemek, seçimler falan
diyordun. Anlat hele!” diyerek sahneyi değiştirdi.
‘Sahne amiri’ rolü
elinden gitse de başrolü aldığına sevinen Kadir “Abi, benden başka dertlenen
yok mu? Adamlar dinamitle yol açar gibi bombalarla açtılar iktidar yolunu.”
Necmi “Sonunda hep
beraber geldik mi ‘güce tapan halk’ durağına! Yılların suni dengesi, şimdi
‘sunni denge’ olarak arz-ı endam etti.”
Feyza “Ne dengesi abi,
bildiğin ‘sunni dengesizliğinin’ sonuçlarını yaşıyoruz.”
Şahin “İnançlara
saygısızlık yaparak iyi bir dünyayı nasıl kuracaksınız?”
Sinan “Burada kimsenin
inancına saygısızlık yapılmayacağını çok iyi biliyorsun. Yıllardır her alanda
uygulanan politikalar sonucunda ‘sunni Türkler’ sağcıdır; aleviler, Kürtlerin
bir kısmı ve yaşam biçimini dert edinen şehirli, okumuş bir azınlık da solcudur
fikrini doğa yasasıymış gibi kabullendik. Bu denklem sayısal bir dengesizliği
kalıcılaştırmıyor mu?”
Kadir “Peki, demokratik
bir yarışma sonucunda toplumdaki yaşam biçimi seçeneklerinden birinin çoğunluğu
oluşturduğu görüldüğünde, diğerleri bunu kabullenmeyecek mi? Demokraside
‘mağlubiyet’ yok mu?”
Feyza “Abicim maç mı
bu? Ayrıca Fener Galatasaray maçında, diyelim Fener yenince Galatasaray kulübü
renklerini sarı-lacivert yapıp kulübü kapatıyor mu?”
Kadir “Feyzacım,
dominant teyzeliğinle yeterince bunaltıyorsun, bari futbol bize kalsın.”
Feyza “Alın başınıza
çalın! Zaten anlayacağınız örnek bulmak için dibe inmekten yoruldum.”
Sinan “Gördüğün gibi
futbol yalnızca futbol değildir. Bazen arkadaşının mallığını gösteren bir
aynadır. Ben çok oy aldım, öyleyse hepiniz benim gibi yaşayın demenin adı
demokrasi değil faşizmdir!”
Şükran “Ama arkadaşlar,
o insanlar da kendi hayatlarını yaşamak istiyorlar. Bu suç mu?”
Necmi “Şükrancım, bence
de konunun özü ‘suç’ sözcüğü. Herhalde özgür toplumun en özet tanımı, konusu
suç olmayan her şeyi her isteyenin yapabildiği toplumdur...”
Kadir “Çözdüğünüzden
daha büyük bir sorun yarattınız. ‘Suç’ ne demek ve kime göre belirlenecek?”
Boşalan bardakların
doldurulması ve barbunya pilaki ile humusun tazelenmesi için verdikleri molayı
fırsat bilerek ‘gelenekselleşen’ balık siparişlerini de hallettiler.
Necmi “Öncelikle
uzlaşmamız gereken konu, her toplumun bir sözleşme yaparak birlikte yaşamanın
kurallarını koyması gereğidir.”
Şükran “Anayasa gibi
mi?”
Necmi “Aynen.”
Şahin “Peki herkesi
ikna edecek bir anayasayı kim, nasıl hazırlayacak?”
Necmi “Valla,
insanlığın bulduğu yöntemlerin ilki darbe veya devrim sonrası oluşan kurucu
meclisler eliyle, ikincisi demokratik parlamenter sistemlerde meclis
yoluyla...”
Kadir “Ama her durumda
ikna olmayan memnuniyetsizler olacak.”
Sinan “Madem muhabbet
iyice panele döndü, ben de damardan gireyim. Sınıflı toplumlarda herkesi memnun
edemezsin. Uzlaşmaz karşıtlık içinde olanların bulunduğu her yer ve durumda
birinin memnuniyeti diğerinin memnuniyetsizliğine dönüşür.”
Feyza “Bu durumda, en
iyiyi seçmek için, toplumun en fazla kısmının iyiliğini sağlayan öneriyi
belirlemek gerekir. Bardağın her durumda boş ve dolu tarafı olacaksa, en az
boşluk bırakanın daha değerli olduğunu kabul etmek gerekir...”
Şahin “Siyasetin
görecelilik yasası.”
Necmi “Suç meselesine
dönersek, neredeyse tüm dinlerin de emri olan öldürmeyeceksin, çalmayacaksın,
yalan söylemeyeceksin, taciz-tecavüz etmeyeceksin, ayrımcılık-ırkçılık-nefret
suçu işlemeyeceksin gibi evrensel kabul görmüş konularda sorun çıkmayacağını
düşünebiliriz. Tartışmanın çıktığı alanlar örneğin sömürü suç mudur gibi siyasi
konular ile…”
Şükran “Sömürü tabi ki
suçtur. Sömürü serbesttir diyen bir düzen var mı?”
Feyza “Mülkiyet hakkı,
girişim özgürlüğü, serbest rekabet, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler deyince,
suçu bırak, kutsal bir hak haline geliyor...”
Şahin “Bu saydıkların
olmadan da dünya dönmüyor.”
Sinan “İşte! Siyasi bir
konuda siyasi bir tavır. Kuşatmadan, saldırmadan, savaşmadan, Hitler karşısında
son ana kadar yalnız bırakıp tükenişini seyretmeden, soğuk savaş yöntemleri ile
altını oymadan şans verdin de mi olmadı?”
Şahin “Mesele yalnızca
dış etkenler değildi ki! İçeride de bir sürü…”
Feyza “Abi! Bu temcit
pilavına doyamadınız gitti. Her şey doğru yapıldı diyen kimse yok. Sinan’ın
saydığı nedenleri bir yana bırak, on yıllardır nelerin yanlış yapıldığına
ilişkin özeleştirilerimizle kendimizi o kadar dövdük ki ‘keçenin teri’
belgeseli solda sıfır kalır. Ama beş yüz yıldır tüm dünyada engelsiz egemen
olan kapitalizm sorunsuz, krizsiz işliyormuş, her şey yolundaymış gibi
anlatıyorsunuz ya, insaf!”
Şükran “Necmi, anayasa
konusunda cümlen yarım kaldı…”
Necmi “Aslında en
önemli mesele kamusal alanı ve orada uygulanacak kuralları belirleme yetkisi
ile ilgili. Orwell’in 84’ü ya da ev basan din polisi gibi uygulamaları ihmal
edersek, düzene açık tehdit oluşturmadığı sürece insanların özel hayatları
mahalle baskısının insafına bırakılıyor. Birlikte yaşamanın kurallarla mümkün
olduğu açık. Tartışmanın konusu, kurallar ikna gücünü dünyadan, bilimden,
deneyimden, ihtiyaçtan mı yoksa dinden mi alacak?”
Mekanda dolu olan dört
masanın kendilerine en yakın olanında oturan üç erkekten en yakışıklı görünenin
Şükran’a yönelik ilgisini fark ettiğini ve çizgiyi aşarlarsa ne gerekirse
yapacak tıynette olduğunun anlaşılmasını sağlayacak kadar dik bakan Kadir,
bakışlarını masaya çevirdi ve “Arkadaşlar! ‘yılda bir’ yemeği mi, fikir kulübü
toplantısı mı? Bu kadar siyaset yeter.”
Şahin “Reklam spotu
çıkaramadın diye muhabbete limonu sıktın hemen. Oğlum, en başarılı reklamcılar
solcu muhabbetini anlayıp süzebilenlerden çıkıyor. Sen çok mal çıktın. Bak ben
yıllardır bunlardan öğrendiklerimle başarılı bir kapitalist oldum.”
******
Kadir, Şahin’in gözünde
ne zamandan beri solcu olmadığını merak etti. Oysaki gençliğinde masadakilerin
tümünden daha hızlı solcu olarak bilinmiyor muydu? Genelevde piyanist olmaktan
daha dezavantajlı(!) bir mesleği olduğu iması hiç bitmeyecek miydi? Sanki diğer
mesleklerin hepsi piyanolarını en nezih ve temiz yerlerde çalıyorlardı da bir
tek reklamcılık her durumda ahlak zabıtasının yetki alanında kalıyordu.
Reklamcı denilince ilk
akla gelen özelliklerin parlak bilişsel ve sosyal zeka; bir yanıyla sosyolog
bir yanıyla psikolog yetkinliğinde gözlem yeteneği; her sözü spot, slogan veya
motto sayılan bir ifade yeteneği olduğu ortak kabul olmakla birlikte son
tahlilde “ağızda kalan” tadın yalnızca kandırma ve ikna yeteneği, profesyonel
yalancılık olmasını sindiremiyordu.
Suçluları korumak için
her türlü yalanı meşru gördüğü düşünülen avukatlık mesleğinin kaderine benzer
şekilde, zenginlerin malını satmak için her türlü dolabı döndürdükleri fikrinin
bu denli kabul görmesinin nedenlerini anlamaya çalışıyordu.
Toplumsal yaşama
katkılarının üretenler ya da üretim sürecini yönetenler, üretilenleri sayanlar,
kontrol edenler, koruyanlar, dağıtanlar kadar olmadığını biliyordu. Üretken
emek, ölü emek gibi tartışmalara girilirse günümüzde çok az mesleğin alnının
akıyla çıkacağını da biliyordu.
Sonuç olarak, hali
hazırdaki ürün karmaşasının çok önemli bir kısmı gerçek ihtiyaçların
karşılanmasına yönelik olmayan ve vazgeçilebilir ürünlerden
kaynaklanıyordu.
Merkezi planlama
yoluyla hayatımızı, ihtiyaçlarımızı, üretimimizi planlayabileceğimize hala
inanıyordu.
Klasik İktisat
kuramındaki “üretim olanakları eğrisi” grafiğine göre kaynakların sabit olduğu
durumda ürünlerden birinin üretimini artırmanın koşulunun, diğerinin üretimini
azaltmak olduğunu hala hatırlıyordu. Yani yaptığımız seçimler “seçime konu
etmediğimizi düşündüğümüz alanları” da etkiliyordu. Kısıtlı kaynakları bir yere
özgülediğimizde, başka alanlarda kaynak ve üretim sıkıntısı yaratıyorduk.
Bu durumda,
insanlığının en temel ihtiyaçları olan beslenme, barınma, eğitim, sağlık, güvenlik, kendini gerçekleştirme gibi
konularda tatmin edici ilerlemeler sağlanana kadar kaynakların temel
ihtiyaçlara yoğunlaştırılmasının “kardeşliğin ve vicdanın” gereği olduğunu;
planlamanın teknik, ekonomik, istatistik vb. değil öncelikle “vicdani ve
insani” bir konu olduğunu reddedemezdi.
Bilgisayar, internet,
neredeyse sınırsız işlem kapasitesi, iletişim teknolojileri, uydu, sosyal
medya, veri toplama ve işleme kolaylığı, modelleme ve simülasyonlarla olası
risklerin ve hataların erken teşhisi gibi olanakların da günümüzde planlamayı
çok daha verimli ve rasyonel bir yöntem haline getirdiğini biliyordu.
Ama bildiği bir şey daha vardı. Kendisini
çevreleyen dünyada yaşıyordu ve yaşamayı sürdürmek için çalışmak zorundaydı.
Dünya ekonomik bunalımı döneminde bir grup insana çukur kazdırmak, sonra başka
bir grup insana bu çukurları doldurtmak yoluyla insanları istihdam etmek ve
gelir transfer ederek talebi canlandırmak yolu dahi denenmişti. Boşuna bile
olsa da çalışmak zorundaydık.
Diğer yandan da
yaptığımız işi ve varoluş biçimimizi hayatta kalmaya yetecek kadar olumlamak
zorundaydık. Bürokratik yapıların kendisinin bir amaca dönüşmesi, çıkarlarını
korumak üzere koşullanması anlamındaki Parkinson Yasası uyarınca meslekler de
kendilerini methetmeliydiler. Reklamcılığın bu methiye işini hakkını vererek
hatta abartarak yapması nedeniyle önemli bir sektör haline gelmesi kendi suçu
değildi.
Kapitalist sistemin
durursa düşecek olan bir bisiklete benzetilmesi hiç de yersiz değildi. Her
durumda tekerlekler dönmeliydi. Bisikleti sürenler sermayedarlar ise, kenardan
“haydi” diye tezahürat yapan ve sürücülerin lojistiğini sağlayan yancılar da
reklamcılar ve onların çıkarlarını korumaya koşullanmış devletti. Her yancının
biraz da yalaka olması işin doğasıydı. Ama çalışma yaşamı başka türlüsüne izin
vermiyordu. Kendi işinin başında patronsuz çalışıyor diye özenilen serbest
meslek erbabı bile “müşteri daima haklıdır” zihniyeti ile yalakalık yapmak
zorunda kalıyordu.
Üzerine bindirilmediği
ve sürmesine izin verilmeyen bisikletin düşmemesi için canhıraş bağırışlardan
dolayı hissettiği gırtlak sancısı canını yaksa da ne modanın ne tüketim
çılgınlığının ne sevgililer gününün mucidi kendisi değildi.
Ayrıca keyifli yaşamak
gerekliydi. Dans edemediğim devrim, devrim değildir derken bunu anlatmıyor
muyduk? Salazar Portekiz’de “3 F” kuralı ile faşizmini sürdürdü diye futbol,
fiesta (eğlence) ve fado’dan (müzik) vaz mı geçecektik?
Endüstrileşmiş halleri
başka amaçlara hizmet ediyor diye bu güzellikler terkedilebilir mi? Nobel’in ya
da Einstein’in buluşları barışçı amaçlarla kullanılmadı diye bilimden vaz mı
geçtik?
Futbol, müzik, eğlence,
sanat, estetik, hobi, boş zamanı istediğin gibi geçirme fırsatı yaşam EKG’mizin
girinti ve çıkıntılarını oluşturuyordu. Bu zigzagların olmadığı düz çizgi;
tutarlı, ilkeli, ağırbaşlı, vakur bir yaşamı değil ölü bir bedeni simgelerdi.
Solculuk, siyah beyaz
bir yaşamı savunan Mormonluk derekesinde algılanacak bir bitkisel yaşamın
değil, her rengin ve hareketin içinde özgürce ve kaotik şekilde yer
alabileceği, insanların her türlü yeteneğini ve varoluş potansiyelini özgürce
gerçekleştirebileceği kozmik bir varoluşun ifadesi olmalıydı.
Kozmik sözcüğü evrensel
anlamının yanı sıra “haber alma ile ilgili” anlamına da geldiğine göre; haber
almak, haberdar olmak amacıyla kullanılan reklam sektörünün de bu kadar
aşağılanmayı hak etmediğini düşündü.
Bir filmde söylendiği
gibi, hak etmediği bir şeyi istemeyen kimseyi dolandıramazdınız. Kendini ve
gerçek ihtiyaçlarını bilen tüketicilerin de kandırılması pek mümkün değildi.
Reklamcılar kullanım
değeri olmayan ya da o zamanda o yerde ihtiyaç olmayan ürünleri pazarlamak ve
gerçekte var olmadığı halde “ihtiyaç yaratmak” gibi ikna yöntemlerini
kullanıyor olsalar da bilinçli tüketiciyi haberdar etmek ve seçenekleri
göstermek konusunda kamusal bir hizmet de veriyorlardı. En azından bu anlamda
işe yaradığını düşünerek rahat bir nefes aldı.
******
Kadir Feyza’ya dönerek
“Feyza ya, garibim Sinan aylardır tek tabanca. Kızım hani arkadaşlar böyle
günler içindi?”
Feyza “O dediğine
arkadaş demiyorlar oğlum! Abazan ağzıyla beni mi kandıracaksın?”
Kadir “Ablacım, adam
fişek gibi aşk şiirleri yazıyor ama ortada aşk yok?”
Şahin “Şiirler feyk
yani. Aşkın Kütahya porselen hali...”
Sinan “Arkadaşlar,
birebir yaşadığını yazana vaka-i nüvis diyorlar. Hadi canım, biraz da
bildiğiniz konulardan konuşun...”
Şükran “Abicim! Aşkı mı
bilmiyoruz, şiiri mi?”
Sinan “Zaten birini
bilene diğeri hediye.”
Şükran “Peki abicim!
Şair olduğuna göre, demek ki aşk konusunda da uzman sayılırsın…”
Sinan “Uzman sözcüğü
kulağa hoş gelmiyor. Hakkını vererek çiçek koklamak için botanikçi olmak gerekir
gibi...”
Necmi “O zaman herkesin
kendi meşrebine göre yapabileceği ve ‘başardım’ diyenin başarılı sayılması
gereken ‘tümüyle kişisel’ bir etkinlikten söz ediyoruz.”
Feyza “Ne yani?
Kavramsal düzeyde bile tanımı yok mu? Herkesin kafasına göre yaşadığı ve adını
‘aşk’ koyduğu her şey aşka dahil mi?”
Necmi “Bence aşk fil
gibi. Herkes tuttuğu yerden tarif ettiği için ne olduğu tam olarak anlaşılmıyor
ama tanımların hepsi de aşkın bir tarafını anlatıyor...”
Şahin “Arkadaşlar, bu
kadar belirsizleştirip de değerini ve önemini sorgulatmayın. Aşk, hayatınızdaki
‘en önemliler ya da yangında ilk kurtarılacaklar’ listesinin bir numarası için
hissettiklerinizdir.”
Şükran “Listenin başına
yazıp yangın çıkana kadar hatırınıza gelmeyen kıymetliler yani.”
Kadir “Anlaşılan enişte
bey ‘ihmal imtihanlarından’ yüksek not almış.”
Şükran “Allah aşkına!
Birisi şu reklamcıya normal konuşmayı öğretsin. Beni ihmal edecek adamın alnını
karışlarım!”
Kadir “Biz reklamcılar
bu duruma oksimoron diyoruz.”
Şahin “Oğlum hakikaten
normal konuş ya!”
Kadir “Sessiz çığlık,
beyaz karanlık gibi bir arada olmaları mümkün olmayan kavramlardan
bahsediyorum. Hem Şükran’ı ihmal edeceksin, hem de adam olacaksın, bu olmaz!”
Şükran “Normal
konuşmayı öğrenemedin ama anormal yalakalık yapabiliyorsun...”
Kadir “Mesleki
deformasyon!”
Necmi “Sizinki
deformasyon değil, bildiğin formasyon oğlum. Doğru olması gerekmez ama dikkat
çekecek kadar janjanlı olmalı!”
Feyza “Aşk Fili’ni
ortada bıraktın. Bu reklamcı ile kapitalist dişlerini sökerler valla…”
Kadir “Kürk Mantolu
Madonna’da resimde gördüğü kadına aşık olan adam gibi, daha önceden bilerek ya
da farkında olmadan kafamızda canlandırdığımız ‘aşkımızı’ gerçek hayatta
gördüğümüzde mekanizma işlemeye başlıyor. Tanıdığı ve sevdiği birini gören
insanın iç sıcaklığı ve göz parlaklığının abartılı ve süreğen haline aşk
diyoruz...”
Feyza “Anlattığın
karşıdakinin anladığı kadardır. Bu durumda aşk da onu yaratan ve yaşatanın
‘tahayyülü’ kadardır.”
Şahin “Kiminle olursan
ol, aslında aklındaki ilesindir.”
Sinan “Vay! Aşkın metafiziği…
Dışarıda ve gerçekte ne olursa olsun gerçek benim gördüğümden ibarettir
diyorsun.”
Necmi “Başka bir açıdan
da çok materyalist bir bakış açısı. Her zaman ve durumda geçerli mutlak gerçek
yoktur ve muhatap olduğumuz gerçeği oluşturan sayısız parametreyi aynı anda
analiz edemeyiz. Ayrıca Görecelilik ve Kuantum teorilerine göre gözlemcinin
konumu ile gözlemin sonucu arasında ilişki var. Yani güzelliğin on para etmez
şu bendeki aşk olmasa!”
Şükran “Aslında keli
sırma saçlı, körü badem gözlü yapan gönül gözleri olmasa, yüzde doksan dokuzu
Victoria’s Secret mankeni ya da Biskolata erkeği olmayan insancıkların samimi
ve yoğun aşk yaşamaları mümkün olmazdı. Yani her kelin bir kör alıcısı olması
da türümüzün devamını sağlayan bir sigorta olmuş...”
Sinan “Cehalet
mutluluktur derler ya! İki gönül bir olduğunda mekan samanlıksa sonuç seyran
oluyor. Çünkü kıçına batan samandan başka kafayı karıştıracak bir şey yok.
Kuyunun dibinde yaşayanlar gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görürler.”
Şahin “Talep ne kadar
azsa arz o kadar yeterli oluyor.”
Feyza “Bak buradan da
‘zenginlik çok zor! Asıl yoksullar mutlu’ya bağlarsan üstüne zıplarım
valla!”
Şahin “Yok be! Sevgi
emektir diyecektim asıl. Ama emeği de parasını verip satın alabiliyorsun…”
Feyza “Tabi ki sevgi
emektir. Nasıl ki ifade etmediğin düşünceni senden başka kimse bilemezse, sevgi
de emek vererek sonuç doğurur, anlaşılır, algılanır. Yalnızca kalbinde kalan
sevgi ile yalnızca beyninde kalan düşünce aynı oranda soyut ve işe yaramazdır.”
Sinan “Selvi Boylum Al
Yazmalım’dan hep bu repliği hatırlarız. Bu cümlenin öncesi de var: sevgi
iyiliktir, dostluktur!”
Necmi “Tabi ya! Emek
vermeden, iyiyi ve kötüyü paylaşmadan, destek ve dayanışma göstermeden iyilik
ve dostluk olmaz ki!”
Kadir “Demek ki ‘bir
insanı sevmekle başlayacak her şey’ diyerek niyet etmen, hayatını iyilik ve
dostlukla arındırarak abdest alman gerekiyor ki sevgi namazını kılabilesin…”
Şükran “Eee, bizler
toplumsal koşulların ürünü isek; niyetimiz tutulmuş, abdestimiz alınmış değil
mi?”
Necmi “Öyle işin
kolayına kaçmak yok. Tümüyle önceden belirlenmiş bir hayatı yaşamıyoruz.
Altyapı-üstyapı tartışması zor bir konudur. Bizim Sakallı, konuyu anlatırken,
vurgulamak babında çubuğu altyapıya doğru fazlaca büktüğünden kafalar biraz
karışmış. Hayatın içinde deterministik denilen gelişmeler olduğu gibi irademiz
ile belirlediğimiz gelişmeler de var.”
Şükran “Külli irade,
cüzi irade gibi bir şey mi anlatıyorsun?”
Necmi “Evet! Her şeyi
irademiz ile yönlendiremeyiz. Altyapı tarafından belirlenen iradenin belirli
bir gelişkinlik düzeyinden sonra dönüp kendini oluşturan altyapıyı etkileme,
değiştirme gücü kazandığını kendi hayatlarımızdan bile biliriz. Belirli bir
yaşa kadar bizi yetiştiren çevreyi taklit ederek büyürüz. Çevremizde duyduğumuz
dili öğrenir, anladığımız kadarıyla rol modellerimizin bakış açılarını,
davranış kalıplarını, değerlerini, geleneklerini ve rutinlerini benimseyerek
büyürüz. Zaman içinde dış dünyadan aldığımız bilgi ve uyaranlar arttıkça ve
çeşitlendikçe seçimler yapmaya başlarız...”
Sinan “Kişiliğimizin
ana çizgileri ilk beş, altı yılda şekillenmiş oluyor. Bu temel arka plan olarak
veya bilinçaltında hep varlığını sürdürüyor. Bir de genetik etkenler var.”
Necmi “Doğru. Çevrenin
etkileriyle biçimlenen kimliğimizin yanı sıra bir dizi sınırlamalar, genetik
aktarımlar ve başlangıç maddilikleri de var. Ayrıca marazi durumlar da
olabilir. Ama normal koşullarda, hazreti diyalektiğin izin verdiği ölçüde, emek
vererek kendi hayatımızı kurduğumuz gibi sevgimizi de kurabiliriz.”
Sinan “Üstüne düşeni,
elinden geleni yapmak anlamında tamam, ama sen elmayı seviyorsun diye elma da
seni sevmek zorunda değil.”
Feyza “Sen sevgini
elinden geldiğince güçlü ve görünür hale getir, sonrasının garantisi yok.”
Kadir “Bir insanın
başına gelebilecek en güzel şey aşığının maşuku olması!”
Şahin “Yani?...”
Kadir “Senin aşık
olduğun kişinin de sana aşık olması durumu...”
Şahin “Bildiğin cennet
yani!”
Sinan “Hem de dört köşe
cennet. Bir kere sen aşık olmuşsun, bu cennette bir köşe. Sana aşık olan biri
var, bir köşe de buradan aldın. Aşık olduğun kişi ile sana aşık olan kişi aynı,
üçüncü köşeyi kaptın. Bir de kavuşmuşsanız, al sana dört köşe cennet.”
Şahin “Aynı anda birden
fazla aşkı yaşadığını söyleyenlere ne diyorsun?”
Necmi “İki tane dört
köşe eder sekiz köşe. İslamiyet’te sekiz köşeli yıldızın da sekiz cenneti
simgelediği söylenir. Birden fazla evliliğe de izin olduğuna göre müslümanlara
cennet getirebilir… Üst üste konulmuş iki kareden oluşan sekiz köşeli yıldız
Orta Asya’da üzüntü ve cefa sembolü olarak kullanılmış. Üzüntü ve cefa da getirebilir.
Bir de polis armasında sekiz köşeli yıldız var ki yasak aşk nedeniyle polis
baskını yiyebilirsin demektir...”
Şükran “Kafana göre
fetva alamadın galiba?”
Kadir “Sevdiğim ayrı,
sevenim ayrı durumları da arabeskin konusunu oluşturuyor.”
Şükran “Ayrılık,
şikayet ve isyanı da unutma!”
Şahin “Ama ayrılık da
aşka dahil değil mi?”
Kadir “Ayrılıktan daha
çok kavuşma umudu olduğu sürece…”
Şahin “Her aşkta
ayrılık ihtimali bardağa atılmış katı buz gibidir. Katı olan her şey zamanla
buharlaştığına göre, ayrılık da aşkın içinde zamanla erir ve o bardaktaki
karışımdan hayır gelmez.”
Feyza “Oğlum, sen hala
bardaktaki buzda mısın? Çözül artık!”
Şahin “Eskimo ihtiyarı
gibi buzun üstüne koyup muhabbetten attın beni...”
Feyza “Amanın da bu
minik kutup ayıcığının ruhu üşümüş. Ali Abi! Bizim sıcakları hızlandır. Balıkla
ısıtmamız gereken bir ayıcığımız var.”
Şahin “Yuh be Feyza!
Bir de bedevi gönder de keyfimiz tam olsun.”
Feyza “Şahsileştirme
oğlum, benimki sınıf kini!”
Şahin “Sınıf
toplantısında sınıf kini! Kızım, kimsenin tavuğuna kışt demeden işimizi
yaparken gelen paradan utanmamı bekleme benden...”
Sinan “Oğlum, bir avuç
adam kimsede tavuk bırakmamışsınız ki başkasının tavuğuna kışt diyesin!”
Necmi “Arkadaşlar, Sinan’ı baş göz mevzusu güme gidiyor…”
Sinan “Necmi, akademi
de mi bu işlerle uğraşıyor?”
Necmi “Toplumun ve O’nu
oluşturan bireylerin mutluluğu bizim önceliğimizdir…”
Sinan “Öyleyse
mütevelli heyetlerinize en azından birer pezevenk alın!”
Necmi “İhtiyaç varmış
gibi görünmüyor.”
******
Arkadaşlarına şirinlik
yapmak için akademiyi harcamak konusunda fazla mı ileri gittiğini düşünen
Necmi, hayatta üç gerçek meslek olduğuna inanıyordu: İnsanların canını emanet
ettiği doktorlar, özgürlüğünü emanet ettiği hakimler ve beyinlerini emanet
ettiği öğretmenler… Diğer meslekler bu trioya lojistik destek vermek içindi.
Kendisi de üniversite
düzeyinde öğretmenlik yapmanın gururunu saklamakta zorlanıyordu. Tabi ki bu
gururun üstünde rahatsız edici lekeler de vardı. Gençliği ve öğrenciliğinde
muhalefet ettiği YÖK cenderesinden hala kurtulamamış bir akademik camianın
parçası olmak zoruna gidiyordu. Neredeyse muhalefet etmeyen hiçbir toplumsal
kesim kalmayan YÖK’ün bu kadar zamandır ve bu kadar iktidar tarafından
kaldırılmamış olmasını anlamakta zorlanıyordu. Fırsatçılığın ve ilkesizliğin bu
açıklıkta yaşanması, işime geldiği sürece her sözümü yutar, her tükürdüğümü
yalarım diyen zihniyetin kesintisiz varlığı canını sıkıyordu.
Akademik camiada
yaşanan niteliksizleşme, gericileşme, cemaat ve tarikatlara kapılanma, intihal
konusundaki hız da korkutucuydu. Daha önceleri yakınma konularını oluşturan
hocaya yalakalık anlamında çantacılık, hocaların kendi belirledikleri
öğrencileri kürsülerine almaları, kadro sorunları, özlük hakları ve
asistanların çalışma koşulları, ders ve müfredat belirleme gibi konular bile
güncelliğini yitirmişti.
Yöneticilerini bile
seçemeyen, verdikleri oyun değeri olmayan hocaların öğrencilerin gözündeki
özgül ağırlıklarının, galaksilerle uğraşan kozmologlar yerine atom altı
parçacıklarla uğraşan kuantumcular tarafından hesaplanacak büyüklüklere(!)
ulaşacağı günlerin çok da uzak olmadığını hissediyordu.
Üstüne üstlük “aydın”
olmak gibi bir beklentinin en önde gelen muhataplarıydılar. İyi de nasıl
“aydın” olunurdu? Bu topraklarda, bu zamanlarda “aydın” olmak ne demekti?
Aydın kavramı, insanlar
arasındaki ırk, din, cinsel kimlik, toplumsal ve ekonomik statü gibi
farklılıklara hiyerarşik önem atfetmeyen; eşitlik, özgürlük, kardeşlik, laiklik
gibi aydınlanma değerlerini ayrımsız tüm insanlar için savunan kimseyi
tanımlıyorsa sağcı, milliyetçi, muhafazakar, ümmetçi bireylerin aydın olmakla
ilgili yapısal sorunları olduğunu kabul etmek gerekmez miydi?
Bilişsel zeka ile
duygusal ve kültürel zeka arasındaki ilişki halen araştırma konusu olmakla
birlikte; öğrenme, hatırlama ve problem çözme konusunda hızlarını ve
yeterliliklerini kanıtlamış olan bilim insanlarının toplumsal ve insani
konularda da daha nitelikli ve bilimsel değerlendirmeler yapacağı beklentisi
oluşuyordu.
Bu nedenle de, bilim
insanı ile aydın kavramı neredeyse eş anlamlı olarak algılanıyordu. Ancak,
ilgilendiği bilimsel disiplini yetkin bir şekilde sürdüren bilim insanları,
aynı başarıyı toplumsal sorunlara bakış açılarında ortaya koyamayabiliyorlardı.
İşkencede görev alan
doktorların mesleki başarılarının onları aydın yapmadığını kabul etmek kolay
olabilirdi. Ancak işlediği insanlık suçları nedeniyle kimse tarafından
savunulamayan, faydacı ve ilkesiz nedenlerle de olsa ardılları tarafından bile
yargılanan cuntaya sahip çıkan, işkence ve aşağılama kastı ile insanlara dışkı
yedirmenin işkence sayılmayacağını savunan bilim insanının da kendi
disiplinindeki başarısı ne kadar büyük olursa olsun aydın sayılamayacağının
tartışma dışı olması gerekirdi.
Tüm varlık ve
enerjisini kar, kazanç, kariyer, güç, iktidar için egemenlerin hizmetinde
kullanan insanların, hasbelkader bilim insanı olduklarında eleştirel, toplumcu,
insani bir bilimsel bakış açısı geliştirecekleri beklenemezse, bu anlamda aydın
olmaları da beklenemezdi.
Dünyayı ele geçirmeye
çalışan manyak profesör imajı bile günümüzün profesör titrinden daha sempatik
hale gelmişti.
Öğrenciler de ayrı bir
sorundu. İnsanın, toplumun, doğanın sorunları konusunda hiçbir duyarlılık
geliştirmemiş; yalnızca kazanmak, başarmak, yenmek, öne geçmek gibi bencil
rekabetçi güdüler dışında yaşam belirtisi göstermeyen bir gençlik vardı.
Anlattığın karşıdakinin
anladığı kadar olduğundan çoğunlukla havanda su dövdüğünü hissediyordu. Öğrenci
gençliğin sınıfsal konumu, üretim sürecinden kopuk olması, ülkede 12 Eylül,
Dünya’da reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı umutsuzluk ve zamanın ruhu gibi
gerekçeler bile statü, teknoloji, hız peşindeki Z kuşağını anlamaya yetmiyordu.
Kişisel, grupsal,
sınıfsal çıkarlar; algı kapasitesi; ruhsal, zihinsel, bedensel olarak sorunlu
bakış açıları; ilgisizlik; muhalif olmanın sağladığı avantajlar; genel geçer
olana karşı çıkmanın getireceği dezavantajlar gibi sayısız nedenlerle bilimin
ikna edemediği insanlar mutlaka olacaktı.
Aile, eğitim sistemi,
medya gibi ideolojik hegemonya aygıtları ve bilimsel disiplinlerin eskiye
oranla çok daha karmaşıklaşması da işi zorlaştırıyordu.
Zaten eğitimli, aydın,
modern aileler bile “çocuğun dengesini bozmamak, topluma yabancılaştırmamak”
adına geleneksel kültürün yeniden üretimine katkı sunuyorlardı.
Lise
arkadaşları ile çilingir masasında yaptığı muhabbetin, akademideki bilimsel
üretim düzeyi ile yarışacağını düşününce üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi…
******
Şükran “Sinan! Son
yazdığın aşk şiirini okusana…”
Sinan “Arkadaşlar,
ortamı müsamereye çevirmeyin!”
Feyza “Ne yani, biz aşk
şiirinden anlamaz mıyız?”
Sinan “Feyzacım, böyle
ortamlarda başkasının şiirini okumak tamam da, kendi şiirini okumak?...”
Kadir “Basılmamış
şiirse söz, araklamayacağız…”
Sinan “Bi sus ya!...”
Necmi “Kırma ‘yılda
bir’ arkadaşlarını…”
Sinan “Bu kadar rakıdan
sonra umarım doğru hatırlarım;
Deniz’e
gidene
tabi ki
aşk olsun
da
bari
kıyıda
kalan da
aşık olsun
be birader
insan olsun”
Necmi “Abicim, çok
güzel de aşk şiiri mi politik şiir mi?”
Şükran “İçinde bu kadar
aşk sözcüğü geçen bir şiir bal gibi aşk şiiridir!”
Kadir “Kişisel olan
politik olduğuna göre aşk da politiktir zaten...”
Feyza “Şiirin yalnızca
biraderlerine mi sesleniyor?”
Sinan “Anlamadım?...”
Feyza “İlk dizeleri
güzelce dinlerken ‘be birader’ dizesinden sonra kendimi şiirin muhatabı
hissedemedim.”
Şahin “Ya ablacım,
yağmur deyince bana ördek dedin diyen bu duyarlılığın yüzünden haklı da
olsan….”
Kadir “Gözleri
mikroskop duyarlığında olan adamın yiyecekler üstündeki mikropları gördüğü için
açlıktan ölmesi gibi siz feministler de ‘kadın yerine bayan deme, insan yerine
adam deme’ derken hayatı ıskalıyorsunuz.”
Necmi “O kadar basit
değil beyler. Türk adı hepimizi simgeliyor diye aslında eşdeğeri olan diğer
etnik kökenleri yok saymak gibi bir tavır bu. Birader erkek kardeş demekse, bu kavramla
eşdeğer olması gereken bir de kız kardeş var. Bacılar diye seslenildiğinde
üzerinize alınıyor musunuz?”
Feyza “Ağzına sağlık
doktorum! Birader diye hitap edilenler arasında olduğumu düşünmem anormal olmaz
mı? Feminist olmayacağım diye hermafrodit mi olayım?”
Şahin “Vatandaş Türkçe
konuş!”
Feyza “Ulan! Tek dil,
tek devlet, tek millet diye tek tek basaraktan gittiğiniz yer bu karanlık
cehalet çukuru işte!”
Necmi “Çift cinsiyetli
demek…”
Şahin “Vallahi yakışır!
Biyolojik cinsiyet tamam ama kalan kısımlar feminist olacağım derken erkek olup
çıkmış birader…”
Şükran “Şahin kaşınma!
Senin gibi magandalarla muhatap olan her şey yoldan çıkar.”
Sinan “Arkadaşlar, hiç
bu açıdan düşünmemiştim. ‘Be birader’ kalıbı ile hayıflanma, öfkelenme gibi
duyguların yanı sıra kızdığın bir arkadaşınla muhatap olduğun ve onu aynı
zamanda sahiplendiğin duygusunu yaratmak istemiştim...”
Kadir “Yeminle
söylüyorum, bende oluşan duygular aynen anlattıkların.”
Şükran “Oğlum,
anlattılar ya, sorun zaten senin kendini şiirin muhatabı olarak kabul etmen
değil. Kadınların durumu…”
Sinan “Peki arkadaşlar,
o dizeyi değiştirelim. Önerilerinizi bekliyorum.”
Kadir “Bence o dizeyi
tümüyle çıkar.”
Necmi “O zaman son
dizeyi de çıkarmak gerekir. Ama şiirin vurgulanması gereken esas mesajı da güme
gider.”
Feyza “Kardeşler olur
mu?”
Şahin “Aşık olun
kardeşler deyince ensest bir çağrışım olmuyor mu?”
Feyza “Oğlum, bir kere
de omuzlarının üstündeki başınla düşün. ‘Be kardeşler’ deyince…”
Necmi “Çok da haksız
sayılmaz ama Feyza. Nazım’ın akrep gibisin şiirindeki gibi canım kardeşim
dense?”
Kadir “Aşık olsun,
canım kardeşim, insan olsun… Bence oldu. Var mı arttıran?”
Şükran “Hem de çok
güzel oldu...”
Sinan “Valla benim de
içime sindi gibi…”
Şükran “Çok hoş ya! Bir
dize de olsa resmen şiir yazdık. Arkadaşlar bir önerim var. Her toplantımızda
bir şiir yazalım ama her dizeyi başkası söylesin...”
Necmi “Bir konu ya da
başlık belirleyelim ve şiiri saklayalım. Belki yaşlılığımızda kitap
çıkartırız.”
Kadir “Kaç yıl yaşamayı
düşünüyorsun?”
Necmi “Kitap bitmeden
ölmemeye söz veririz. Sözünü tutmayan ölsün deriz…”
Şahin “Ya arkadaş,
dediklerinizi anlayacağım diye bütün kayışları yaktım be!”
Feyza “Şiirin konusu
hakkında önerimi söylüyorum: Benim bu Şahin kuşu beyinli ile birlikte bile
‘barış içinde bir arada yaşama’ şansım var mı?”
Kadir “İlk denememizi
daha hafif bir konuda yapsaydık. Acemiliği üstümüzden atardık...”
Sinan “Bu işin
acemiliği, ustalığı olmaz. Acemilik ve amatörlük bazen iyi şiirin
garantisidir.”
Şükran “Konuyu da
hallettiysek, aramızda en okur-yazar olan Necmi katip olsun...”
Necmi “Tamam, ama en
azından bir kolalı gömlek isterim.”
Şahin “Dönerken
Üsküdar’dan geç. Belki mendil bulursun.”
Sinan “Geldik zurnanın
tıkalı deliğine. İlham perisinin servisi kapalıyken ilk dizeyi bulmak!”
Feyza “Öncelikle genel
bir bakış açısı, yol haritası belirlemek gerekmez mi?”
Şükran “Aklında bir şey
mi var?”
Feyza “Evet! Ama önce
hepimiz ‘barış ve bir arada yaşama’ deyince aklımıza ilk gelen konu, olay,
cümle vesaireyi söyleyelim. Sinan, ilk söz hakkı şairin olmalı...”
Sinan “Vallahi çok zor…
Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamanın, ballı
incirleri beraber yiyebilmenin şiirinin yazıldığı bir dilde…”
Kadir “Bence de abi.
Nazım’dan sonra şiir yazmak barbarlıktır!”
Necmi “Oğlum,
reklamcısın diye bokunu çıkarma. Hatta Auschwish yerine Nazım’ı koyarak bok
yeme…”
Kadir “Tamam ya!…
Kastını aşan bir beyan oldu. Söylemek istediğim Türkçe şiir evrenine Nazım’ın
koyduğu çıta o kadar yüksek ki öte taraf Kaf Dağı’nın ardı gibi…”
Sinan “Her şiir yeni bir
evren, yeni bir boyut gibidir. İyisi kötüsü vardır tabi, ama şiirler birbirleri
ile karşılaştırarak değil, içinde yer aldığı kendi gerçekliğinin ölçütleri ile
değerlendirilmelidir.”
Necmi “Bence de… Şair
şiiri yazar ama hayat da şiirini yazdırmalıdır. Mesela mücadelenin, direnişin,
umudun olmadığı yerde nasıl lirik şiir yazılır?”
Şükran “O zaman bir
arada barış içinde yaşamanın şiirini mücadelesi ile yazanlardan başlayalım.”
Feyza “O kadar çok ki!
Kürt sorunu nedeniyle kapatılan TİP, ‘Yaşasın Türk ve Kürt halklarının
bağımsızlık mücadelesi’ diye sehpayı tekmeleyen Deniz, kitaplarıyla Yaşar
Kemal, filmleriyle Yılmaz Güney, şarkıları ile Ahmet Kaya, ‘yaşasın halkların
kardeşliği’ diye ölen binlerce devrimci…”
Necmi “Hepsi de
kesinlikle çok kıymetli ama benim aklıma ilk gelen Hrant Dink…”
Şahin “Tabi ya!... En
vicdansızın bile hakkını teslim edeceği bir barış havarisi.”
Feyza “Hani bir hikaye
anlatıyordu, su çatlağını buldu diye. Böyle bir şey var mı ya!”
Sinan “Sonra da ‘evet,
bu topraklarda gözümüz var, ama alıp gitmek için değil bu toprakların gelip
dibine girmek için’ demişti, değil mi?”
Kadir “İlk dizeye
buradan girebiliriz bence. Vatan toprağını altına girip yatmak için seven mi,
üstünde yaşayıp bütün nimetlerini tüketmek için seven mi daha vatanseverdir?”
Şükran “Abicim,
yeterince bölünme gerekçemiz yokmuş gibi bir bölücülük de biz yapmayalım...”
Feyza “Doğru, bölücülük
yapmayalım. Ama nimetlerini tüketmek için sevmek biraz bencilce ve çıkarcı
gelmiyor mu?”
Şahin “Öldükten sonra
gömülmek için sevmek de vatana mezarlık muamelesi yapmak olmuyor mu?”
Sinan “Arkadaşlar, daha
fazla kanırtırsak ‘barış içinde bir arada yaşamak’ şiirini karakolda
tamamlayacağız. Yaşarken nimetlerini tüketmek, ölünce altına gömülmek birlikte
istenebilir…”
Necmi “Kesinlikle! Sözünü
ısrarla yanlış anladıkları için ölümüne neden oldukları Hrant’ı bir de biz
yanlış anlamayalım… Ölüme yapılan bir güzelleme değil; toprakları koparıp,
bölüp, alıp gitmeye niyetleri olmadığını, olduğu yerde ve olduğu gibi
sevdiklerini anlatmak istiyor.”
Feyza “Olduğu gibi
sevdiği konusu biraz tartışmalı... Sosyalist olmak bu vatanı olduğu gibi değil,
olması gerektiği gibi sevmek anlamına gelir.”
Şahin “Yani işime
geldiği gibi olursa severim, öyle mi?”
Feyza “Hayır efendim!
Sevdiğim için iyiliğini isterim...”
Sinan “İlk dize için
benim önerim Hrant’ın sözleri. ‘Altına girip yatmak için istenen toprak’
olabilir.”
Kadir “Kısa ve vurucu
dizeler olsun. Sonra toparlayamayız valla…”
Necmi “Tamam, üçe
bölelim. Altına girip / yatmak için / istenen toprak; üç dizede Hrant’ın
ağzından vatanı tanımladık.”
Şükran “Güzel oldu, ama
Şahin’in dediği gibi çok ölüm temalı oldu.”
Necmi “Aslında ‘altına
konulup yatırılmak’ gibi edilgen bir anlatım yerine ‘girip yatmak’ gibi etken
bir anlatım nedeniyle bilinçli ve canlı bir arka plan var…”
Sinan “Haklısın
aslında, ama yine de yaşamı anımsatacak bir dize eklenebilir. Ben ‘yorgan
yerine / istenen toprak’ diyorum.”
Necmi “Harika, aynı
zamanda ‘yatıyorum ama tekrar kalkacağım’ duygusu yaratıyor. Gidenlerin,
kalanlar ve yeni gelenlerin anılarında yaşadığını, hayatın devam ettiğini
düşündürüyor…”
Şahin “Oğlum, içtiğiniz
şeyden bana da verin lan! Hepimiz rakı içiyorsak, bu cümleleri size kurduran
ne?...”
Şükran “Keşke buna
rakının yanında beyin salatası söyleseydiniz…”
Şahin “Salata ile çalışan
beyni buldunuz da beni niye uğraştırıyorsunuz?”
Feyza “Salata ile
çalışan beyin bulamadık ama hıyar’a takıldığı için çalışmayan beyin masamızda
mevcut...”
Sinan “Lütfen ama ya!
Abicim, ne kadar rezil olursak o kadar samimiyizdir anlayışı başka toplumlarda
da var mı?”
Kadir “Ne diyorsun abi
ya! Geçenlerde birinin en yakın arkadaşını ‘hani teklifsiz anasına küfreden
çocuk vardı ya? İşte o diye’ tarif ettiler. Ötesi var mı?”
Necmi “Her şeyimiz gibi
samimiyetimiz de vıcık…”
Sinan “Necmi, şiirin
son hali nasıl oldu?”
Necmi “Altına girip /
yatmak için / yorgan yerine / istenen toprak…”
Feyza “Kastımızın vatan
olduğunu vurgulayalım bence...”
Şükran “Asıl sorunun
vatanı sahiplenme ve sevme yetkisini tekellerine alanlar olduğu da
anlaşılmalı.”
Şahin “Kimin vatanı
dizesini öneriyorum. Sahiplik ilişkisini soru şeklinde ucu açık hale getirmiş
oluruz.”
Feyza “Şahin
arkadaşımıza adını verenler kuş ve beyin ilişkisine dikkatimizi çekmiş olsalar
da kuş beyni bu sefer doğruyu gösterdi.”
Sinan “Kuş beyni bile
günde iki kez doğruyu söylediğine göre bir hakkı daha var.”
Şükran “Sonraki dizeyi
mezar metaforunu öne süren Şahin’e ithafen ‘kimin mezarı’ olarak öneriyorum...”
Necmi “Bu topraklar /
kimin vatanı / kimin mezarı. Çok diyalektik oldu be. Kimine vatan kimine mezar.
Uzlaşmaz karşıtlıkların olduğu yerde birine vatan olan diğerine mezar oluyor.”
Şahin “Nazım’ın ‘vatan
buysa ben vatan hainliğine devam ediyorum hala’ dediği yere geldiniz yani...”
Feyza “Aklın yolu bir
abi!”
Necmi “Peki, mezar
varsa ölen, ölüm şekli, öldüren meseleleri ne olacak?”
Şahin “Abicim, sen
kitap yazmaktan bahsediyordun ya! Bu meseleden ciltlerce külliyat çıkmazsa adam
değilim.”
Necmi “Anadolu’nun
tarihi bir cinayet romanı gibi! Ama failleri ve maktulleri saymak çok zor…”
Sinan “Düşünsene! Hitit,
Asur, Luvi gibi arkaik; Lidya, Frigya, Pontus, Bizans gibi Rumi ve Helenik;
birinci beylikler döneminden Selçuklu’yu, ikinci beylikler döneminden
Osmanlı’yı çıkaran göçmen ve otantik halklar ile Persler, Büyük İskender,
Romalılar, Haçlılar, Moğollar gibi fetihçi, yağmacı ve işgalci halkların ürünü,
çorbada kimin ne kadar tuzu olduğunu bilemeyeceğimiz bir ‘ortaya karışık’
halktan söz ediyoruz.”
Kadir “Katili tanımak
için geçmişine gitmek, kriminal psikologlar için uygun olabilir. Ama bu kadar
geçmiş de ancak genetikçilerin ya da soy araştırmacılarının alanına girer her
halde…”
Feyza “Bence de! Bu gün
yaşadıklarımızın arka planında gölgeleri görülen, ‘hakikatleri araştırma
komisyonu’ kurulsa gündem olabilecek acılardan başlamalıyız. Mesela Ermeni
Soykırımı, 6-7 Eylül, Dersim, Kürtlere yönelik kirli savaş, Çorum, Maraş,
Sivas, Madımak, Bahçelievler, Suruç, Ankara Garı…”
Şükran “Dikkat ettiniz
mi? Mağdurlar hep azınlıklar ve muhalifler...”
Sinan “Kötülük ve
iktidar arasındaki ilişki çok açık değil mi?”
Feyza “Ama İsrail
örneğinde olduğu gibi mağdurların zalimliği de var…”
Sinan “Bu da kötülük ve
iktidar ilişkisini desteklemiyor mu? Mağdurlar da ancak iktidar olduklarında
zalimleşiyorlar!”
Şahin “Arkadaşlar!
Özeleştiri kültürünüzün gelişkinliğine güvenerek Stalin, Polpot, Kim İl Sung
gibi örnekleri de irdelemenizi rica etsem?”
Feyza “Ama bu konularda
anlatılanların ne oranda doğru olduğunu bilmiyoruz…”
Necmi “Ceza
yargılamasında ‘zararın’ miktarının kesin olarak tespiti zorunlu değil. Maddi
ve somut olarak zararın varlığının bilinmesi yeterli… Bence, reel sosyalizm
uygulamalarındaki ‘zararın’ niceliğini nesnel olarak belirleyemesek bile
yargılamayı başlatmaya yetecek kadar ‘zulüm’ olduğunu anlıyoruz.”
Kadir “Yani, solcu
olmak iyiliği kaçınılmaz kılmıyor…”
Sinan “Zaten, ‘iyi’
olmak dışında başka her hangi bir şey olmanın iyiliği garantilediğini düşünmek
bir nevi kültürel ırkçılık değil mi?”
Necmi “Dünya’da ben
kötülük yapmak için varım diyen bir ideoloji veya inanç yok herhalde. Bazı
ideoloji ya da inançların iyilik için daha elverişli olduğunu…”
Feyza “Ama insanlığın
tümünün iyiliği için…”
Sinan “Hatta yalnızca
insanlığın için değil de tüm canlıların ve doğanın da iyiliği için en uygun yol
olduğunu görebiliriz.”
Feyza “Kesinlikle
katılıyorum. Her türlü fikre saygı duymak saçmalığı yüzünden insanlık fikirsiz
kaldı. Fikirlere değil, fikirlerin savunulması hakkına saygı duymalıyız.
İçeriği, talepleri ve amaçları yönünden saygı duyulmaması gereken fikirlere
karşı muhalefet etmek ve doğru fikirlerin hegemonyası için mücadele etmek
gerekir.”
Şahin “Ajitasyonun
dibine vurdun gene!”
Feyza “Sessiz kalalım
da siz sömürünün dibine vurun, öyle mi?”
******
Feyza mal, mülk, yetki
ve unvan peşinde koşmaksızın uzun zamandır memuriyet hayatını sürdürerek
kazandığı lekesizlik ve haklılık duygusu ile istediği gibi esip gürlemenin
keyfini sonuna kadar çıkarıyordu.
O’na göre insanlar iş
konusunda ikiye ayrılıyordu. İşi için yaşayanlar ve yaşamak için çalışanlar!
Çoğu insan, iş saatleri ve uykunun dışındaki zamanı da işe gitmek, işten
gelmek, iş kıyafetlerini hazırlamak,
çalışmak için dinlenmek, eve getirdiği işleri halletmek, “günün nasıl
geçti” sorusunu işi anlatarak cevaplamak, iş arkadaşlarının davranışları ve
kişilikleri hakkında konuşmak, gündemdeki konulardan işi ile ilgili olanlara
yoğunlaşmak, işte güzel görünmek için bakım yapmak, işte konuşmak için dizi,
film, tartışma programı izlemekle ömür tüketiyorlardı.
Onlar için iş
hayatlarında ulaştıkları başarı, kariyer ve tatmin duygusu; hayatın anlamı,
varoluşun zirvesi, başarının nirvanası, keyfin satorisi, zevkin cenneti ve
kalitenin panteonuydu.
Oysaki emekçi ne kadar
çok zenginlik üretirse, kendisi de o kadar yoksullaşırdı. Ne kadar çok meta
üretirse, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlardı. Metaların değeri
arttıkça insanların dünyası değersizleşirdi.
Çalışmak, özgür insanın
kendini gerçekleştirmesi, toplumsal sorumluğunu özgürce üstlenmesi, koşullar
elverdiğinde tembellik hakkını kullanma şansı olmasına rağmen tercih edilmesi
halinde insanı geliştiren ve mutlu eden bir içeriğe kavuşabilirdi.
Bunun farkında olan
insanlar da esas ve gerçek hayatlarını sürdürmek için çalışmak zorundaydılar.
Tabi ki şen ve mutlu
bir hayatın taşıyıcıları olan devrimciler, hayatlarının her alanının nitelikli
ve kaliteli olmasını önemserlerdi. Bu nedenle “asli hayatını” sürdürmek için
kullanmak ve tüketmek zorunda oldukları iş, kariyer, eşya, kıyafet, yemek,
marka, moda gibi yaşam alanlarını “hayatın kendisi” yerine ikame etmeden ve
‘kullanım değerleri’ kadar değer vererek kullanır ve tüketirlerdi.
Mal ve mülkü
biriktirerek, büyüterek servet edinmek; böylece gününü ve geleceğini
kurtardığını düşünmek; kendi geleceği ile yetinmeyip çocuklarının ve onların
çocuklarının ve onların… da geleceğini kurtarmak; bu şekilde onların kendi
hayatlarını kurma deneyiminin vereceği olgunluğu ve bunun onurunu yaşama
şansını ellerinden almak; gelecekte ancak mal mülk sahiplerinin iyi hayatları
olacağını zımnen kabul ederek umutsuzluk yaymak; mal mülkün sağlayacağı güven,
güç, ilişki ve iktidar olanaklarını, kişilik ve karakter gelişkinliğine tercih
etmek gibi “yaşamak yerine biriktirmek” tercihlerine de yüz vermezlerdi.
Kendi hayatı ve boş
zaman geçirme kültürü olmayan; eşit ve eşdeğer ilişkiler kurup bilgi, görgü,
yetenek, cazibe, humor gibi öz yetenekleri ile saygınlık oluşturamayan
bireylerin var olmak, önemli olmak, sözü dinlenir olmak, ilgi çekmek için tek
yol olarak gördükleri yönetici olmak fikrini de abartmazlardı.
Yöneten yönetilen
ayrımının sönümlendiği, üretenlerin yönettiği, insanların değil işlerin ve
süreçlerin yönetildiği, yönetmenin imrenilecek ve arzulanacak bir eylem değil,
dönüşümlü ve nöbetleşe üstlenilecek bir angarya olacağı dünyayı özleyenlerin
yönetici olmaya sıcak bakmamaları anlaşılır olmalıydı.
Bütün bu söylenenlerin,
insanların özgür iradeleri ile birden fazla seçenek arasından yaptıkları
seçimler için geçerli olduğu; yaşamı sürdürmek, zorunluluk, meşru müdafaa veya
zaruret hali diye adlandırılan kaçınılmaz ve orantılı tepkiler ile seçmediğimiz
ve değiştirme şansı olmayan konuların bu bağlamda değerlendirilemeyeceği de
açıktı.
İş, süreç, örgüt
yönetmek anlamındaki yöneticiliğin aslında yük ve angarya olduğu; bu yükü
sırtlananların ayrıca ve özellikle takdiri hak ettikleri; çalıştıkları işte hep
aynı konumda olmanın sıkıcılığını aşmak, yönetilen olmanın sıkıntıları yerine
yöneten olmanın sıkıntılarını tercih etmek, kötü yöneticilik yaparak iş
barışını bozacağı aşikar olanlara fırsat tanımamak için pozisyonları doldurmak,
yönetici olmanın avantajlarını toplumsal sorumluluk duygusuyla kullanmak gibi
seçeneklerin de meşru olduğu, ancak yönetici olmanın “kurumsal”
deformasyonlarına teslim olmamak ve üsttencilik, hiyerarşicilik, bürokratizm,
kibir gibi tuzaklardan sakınmak gerektiği de bilinirdi.
Bin yılın kapı kulu
zihniyeti ile şekillenen memuriyeti kabullenmeyenler, ikinci meşrutiyetten
başlayarak kooperatif, cemiyet, birlik, dernek şeklinde örgütlenmişler, 1961
Anayasası’nın getirdiği olanakları kullanarak sendikalaşma sürecini
başlatmışlardı.
Türkiye Öğretmenler
Sendikası ile başlayan memur sendikacılığı, 80 darbesi ile kesintiye uğramış,
87’den itibaren yeniden tartışılmaya başlanmış, faşist darbenin etkileri ve
geleneksel memur zihniyetinin engelleri adım adım aşılarak 90 yılında yine
eğitim emekçilerinin buz kıran gemisi olarak açtığı yoldan diğer iş kolları da
ilerlemişti.
Uzunca bir süre,
sendikaların yasal statüleri ve çalışanların hakları için verilen mücadelenin
yanı sıra ülkenin en etkili muhalefet odağı da olmuşlardı.
2001 yılında memur
sendikacılığı yasal statüye kavuşmuştu. Uzun ve zorlu bir mücadelenin sonunda
memurların örgütlenme hakkını yasal statüye kavuşturmanın onuru, gururu,
takdiri ve saygısı sonuna kadar hak edilmiş olmakla birlikte; daha önce
militanca mücadelenin gücünden alınan meşruiyet çerçevesi yasa ile daraltılmış,
bedel ödemeyi göze alan aktivistlerin etkin ve yüksek tempolu mücadele
yöntemleri yerine yasallığın kolaycı pratikleri itibar kazanmış; düzen ve
iktidar yanlıları da yasalcılığın açtığı yoldan sendikalar kurmuş ve çoğu iş
kolunda iktidar olanakları ve geleneksel memur zihniyetini istismar ederek
yetkili sendika haline gelmişlerdi.
Kavram olarak sendika,
emekçilerin çalışma yaşamına ilişkin sorunlarını çözmek, ortak çıkarlarını ve
haklarını korumak, geliştirmek için kurdukları örgütlerdi. İktidar ve
sermayenin çıkarlarından bağımsızlaşamamış sendikalara “sarı sendika” denirdi.
Bağımsız şekilde
emekten yana tavır alan, siyasi partilerle doğrudan, organik, örgütlü bağı
olmayan; ülkenin ekonomik, demokratik, sosyal ve siyasal sorunlarıyla mücadele
ve çözüm önerileri üretme konusunda kendini sorumlu gören, çalışanların
birliğini ve kitleselliğini sağlamayı amaç edinen sendikalara da “sınıf ve
kitle sendikaları” deniliyordu.
Devrimcilere göre,
iktidar mücadelesi olarak tanımlanan siyasi mücadelenin olduğu yerde; ekonomik,
demokratik, ideolojik mücadele alanları olarak adlandırılan diğer mücadele
biçimlerinin siyasi mücadeleye tabi olması gerekirdi.
Bu bakış açısı,
mücadele hattının ve yol haritasının belirlenmesini kolaylaştıran; yapılan işin
ve peşinde koşulan hedefin anlaşılır olmasını sağlayan; farklı yerlerdeki eylem
ve tepkilerin benzer ve bütünlüklü olmasını mümkün kılan; günlük, sığ, parlayıp
sönen mücadelelerin kesintili ivmesine süreklilik kazandıran; kazanımları
kalıcı ve güvenceli hale getiren bir stratejiydi.
Parmağın gösterdiği
yerde fethedilmeyi bekleyen bir güneşin olmadığı durumlarda, uçan kuşa bakmak
da mümkün olmuyordu. Kör parmağım gözüne misali odaklanılan parmağın
simgelediği küçük, parçalı, özlük ve mali haklarla ilgili konularda ise iktidar
ile yakınlığı olan ve kayırılan işbirlikçi sendikaların şansı artıyordu.
İçeride ve dışarıda
savaşı azgınca kullanan mezhepçi faşizmin en meşru barış eylemini bile kana
bulayan vahşeti altında yoldaşlarının bedenleri parçalanırken, yıllardır
mücadele verdikleri sendikal alandaki gerileme Feyza’ya ağır geliyordu…
******
Kadir “Ayinesi iştir
kişinin lafa bakılmaz. İyi isen iyilik yap!”
Necmi “Devrimci bir
abimiz ‘sosyalizm sadece doğru fikirlerin egemen olduğu bir uzmanlar sistemi
değil, iyi kalplerin nefes aldığı bir dünya olarak tasarlandığı ölçüde,
insanlığın kayıp rüyasını yeniden var edebilecektir’ demişti.”
Feyza “Aynen öyle! Ama
tabi ki ‘eziklik’ derekesine varmadan, adalet ve hakkaniyet duygularını
zedelemeden ‘onurlu’ bir iyilik durumundan söz ediyoruz. Her düzen değişikliği,
birilerinin avantajlarını azaltıp diğerlerininkini artırıyor. Sosyalizmin,
istisnasız herkesin yüzünü güldürmek gibi bir vaadi yok. Kurulu düzenin
avantajlarından sonuna kadar yararlanan bir azınlığın menfaatlerinin zarar
göreceği ve yeni duruma uyum sağlayamayanların üzüleceği çok açık...”
Kadir “Acısız ameliyat
olmaz diyorsun…”
Şahin “Hastanın tek
kurtuluşu ameliyat ise yapılacak bir şey yok! Her türlü acı ve kayıp göze
alınabilir. Ama sizin teşhisinizin doğruluğu tartışmalı. Başka doktorlar başka
şeyler söylüyorlar.”
Şükran “Ne gibi
mesela?”
Şahin “Örneğin, sizin
hastalık dediğiniz şeylerin aslında fıtrat olduğunu, ameliyatla
değiştirilemeyecek yapısal ve kalıcı özellikler olduğunu; ameliyatın,
çözeceğini vadettiği sorunlardan çok daha fazlasını yaratarak hastalığı
azdıracağını söylüyorlar.”
Necmi “Zamanında
dünyanın dönmediğini, köleliğin insanın fıtratı olduğunu söyledikleri gibi mi?”
Şahin “Bu söylediğin
yanılgılar, bu sefer de yanıldıklarını kanıtlamaz. Sizinkiler de yetmiş yıldır
yanılgı içindeydiler, vazgeçtiniz mi?”
Feyza “Biz teşhis
konusunda yanılmadık. Tedavi konusunda sorun yaşadık.”
Sinan “Ameliyatı
yaptığımız yerler o kadar kirliydi ki hastane enfeksiyonu kaptık. Usta
tabiplerimiz ameliyatın daha steril yerlerde ve ilgili diğer doktorlarla
konsültasyon yaparak yapılması gerektiğini söylemişlerdi. Ancak ameliyatları
‘açılın ben doktorum’ aciliyeti ile yapınca ve çok özenli ve uzun süre
yapılması gereken pansuman ihmal edilince hastalık nüksetti...”
Kadir “Adamı hasta
etmeyin lan! Reklamcı olan benim. Burada metafor yapılacaksa ben yaparım. Necmi
şiirde nerede kalmıştık?”
Necmi “Cinayetlerin
failleri ve mağdurları...”
Şükran “Ne kadar
çoklarmış! Hangi birini söyleyelim…”
Sinan “İsmen saymak
mümkün değil. Kimin vatanı, kimin mezarı diye sorduk ya! Bu soruların cevabına
ilişkin ipuçlarını ya da çağrışımları bulmalıyız.”
Necmi “Mezardan yola
çıktığımıza göre, gerçekten ya da mecazen mezarı kazan ya da kazdıran
katildir.”
Şahin “Toprakta yatan
da maktul veya mağdurdur.”
Feyza “En şok edici tespit
gene adamımdan geldi. Bu zekayla kapitalizm nasıl kriz yaşıyor anlamıyorum.”
Şahin “Kızım, biz
krizle kendimizi yeniliyoruz. Krizlerin aslında kime yaradığını sen iyi
bilirsin...”
Kadir “Bu durumda,
katil-maktul ilişkisini anlatan dizelerin peşindeyiz.”
Şükran “Katil, maktul
deyince insan polis gibi düşünüyor. Kusursuz cinayet olmadığına göre katilin ve
gerçeklerin er ya da geç ama mutlaka ortaya çıkacağını anlatmalıyız.”
Necmi “Mezarı kazan
katilse, peşinde olmamız gereken kanıtlar, tanık ifadeleri ve kürekteki parmak
izleri olmalı…”
Sinan “‘Kürekteki el
kimin’ dizesini öneriyorum. Tanıkları ifade vermeye davet eden ve parmak izi
araştırmasını talep eden bir soru...”
Feyza “Çok güzel! Aynı
mantıkla, mağdur ve maktullere ilişkin gerçeklerin de sonsuza kadar
saklanamayacağını anlatabiliriz. Polisiye dizilerde, ortada ceset kalmasa ya da
tanınmaz hale gelse de bir diş ya da kemik ile sonuca ulaşılıyor.”
Şahin “Mağdurlar için
de devamlılığı sağlamak adına ‘topraktaki diş kimin’ dizesini öneriyorum…”
Feyza “Bu şahin, alıcı
kuş mu? Bu kadar hazıra konmak, pes valla!”
Şahin “Sen hiçbir şey
üretmeden meyve veren ağacı taşla... O çok sevdiğin halkımız da ‘yuvayı yapan
kuş’ olarak seni, ‘alıcı kuş’ olarak bana tercih etsin. Ama tedirgin
güvercinlere dokunmaz dediklerinize fazla güvenmemeni öneririm.”
Necmi “Tamam
arkadaşlar! Bence şiirde çok güzel bir yere geldik. Yalnız iki ‘kimin’ fazla
gibi oldu. Katılıyor musunuz? Tamam. Son halini okumak istiyorum:
altına girip
yatmak için
yorgan yerine
istenen toprak
kimin vatanı
kimin mezarı
kürekteki el kimin
topraktaki diş …”
Sinan “Çok güzel oldu!
Ama bu toprakların tarihi, birbirine yalnızca kötülük yapanlar tarafından
yazılmadı. Bir de iyiliğin, dayanışmanın, sanatın, kültürün, direnişin, isyanın
tarihi var…”
Feyza “Çok haklısın!
Umutlu olmamızı sağlayacak devasa bir direniş geleneğimiz de var.”
Necmi “Ummandan
kepçeyle su taşıyacağız. Selçuklu’da Babai, Osmanlı’da Celali, Şeyh Bedrettin,
Kürtler, Kurtuluş Savaşı, 68 kuşağı, 80 öncesi ve sonrası antifaşist direniş,
Gezi…”
Şahin “Bir tanesi
başarmış olsaydı da zafer şiiri yazsaydık. Kendimi arabeskçi gibi hissediyorum
valla. Hep yenilgi, hep hüzün!...”
Sinan “Ama kocaman da
umut var!”
Şahin “Ben de sizin
baktığınız delikten bakıyorum ama bir şey göremiyorum.”
Feyza “Zahiri değil
batını görecek kadar keskin değil gönül gözün...”
Şahin “İşte! Körler
ülkesinde Mona Lisa yapsan neye yarar? Benim miyobuma uygun, görebileceğim
manzaralarla gel bana…”
Necmi “Bence Şahin çok
güzel bir siyaset tanımlaması yaptı. Popülist değil ama anlaşılır siyaset
yapmanın önemini yadsıyamayız.”
Sinan “İşte! Şiirimizde
hep sorular sorarak, cevaplarımızı birlikte aramaya davet etmek böyle bir bakış
açısı değil mi? Cevapları aramanın kendisi, bulmaktan daha önemli değil mi?
Bulduğumuz her cevap yeni bir sorunun ilk sözcüğü olmayacak mı? Koyduğumuz her
nokta, sonraki cümlenin büyük harfle başlamasını sağlamıyor mu?”
Şahin “Hocam,
istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?”
Kadir “Komutan
Marcos’un parmak ile güneşin ortasına bakın dediği durum herhalde...”
Sinan “Marcos’un sözü
tam öyle değil! Hayal ederken yıldıza, savaşırken yıldızı işaret eden ele bak!
Bakışını sürekli olarak kaldırıp indir, parmakla güneş arasında uçan kuşa bak
diyor. Sözün özü, mal gibi aynı yere bakma diyor.”
Necmi “Evet! Diyalektik
ya da orta yolculuk sabit şekilde ortaya bakmak değildir. Şeyler karşıtı ile
yaşadığı çelişkinin gelişim seyrine göre kendisinden ve karşıtından daha başka
bir şeye, ama kendisini ve karşıtını da görece içeren bir senteze dönüşür. Bu
durumda, gerçeklere süreç olarak bakmak anlamına gelen diyalektik, başı ortası
ve sonu ile sürecin tümüne bakmayı gerektirir.”
Şükran “Senin hocalık
yaptığına şimdi kesinkes inandım.”
Kadir “Eeee, sonuç
olarak…”
Sinan “Kötülüğün
yanında iyilik, karanlığın yanında umut da olduğunu vurgulamamız lazım…”
Necmi “Burada da işimiz
çok zor. Dünya’da uygarlığın kurucularından sayılan Mısır ile yenişemediği için
ilk yazılı anlaşmayı imzalayan ve kutsal kitapların kaynaklarını oluşturan
kültürü ile Hititler; mimarisi ve maden işçiliği ile Frigler; kabartma ve
heykelleri ile Urartular; sikkeleri ile Lidyalılar; felsefeleri ile
İyonyalılar; yapı ve taş işçilikleri ile Ermeniler; destanları ve isyanları ile
Kürtler; nefesleri ve yolları ile Aleviler; savaşçılıkları ve devletleri ile Türkler…
Hangisini anlatacağız?”
Kadir “Tabi ki hepsini
ve hiç birini… Bir reklamcı olarak herkesin kendini bulabileceği simgeler
peşinde koşmamızı öneriyorum.”
Şükran “Astrologlar
gibi mi? Hani ne yazarsan yaz ya da fincanda ne görürsen gör; farklı yerde, zamanda,
kültürde, cinsiyette, inançtaki her insanın ‘aha da beni yazmış’ dediği gibi
mi?”
******
Şükran, astrolog
sözcüğünü kullanarak kurduğu cümlenin imlediği kültür düzeyi ile burçlar ve
faldan bahsediyor olmanın içine sinmeyen hafifliği arasında kararsız kaldı.
Masadaki herkesin
kullanmak, anlamak, eleştirmek, dalga geçmek için bu konularla ilgilendiğinden
emindi. Ama yine de fal, evlilik programı, altın günü, kek tarifi gibi bazı
konular vardı ki her durumda ev kadınlığını çağrıştırırdı.
Nitelikli ve yetkin bir yaşam için üniversite okumayı zorunlu sayan
kariyerist ve seçkinci anlayış, üniversite okumanın mesleki yeterlik ve özel
eğitim gerektiren alanlarda öncelik hakkı için gerekli olduğunu ama “eşekliğin”
giderilmesi garantisi vermediğini dikkate almıyordu. Zorunlu ve mesleki
eğitimin dışında ve üstünde alınan eğitimin insanın kendisini geliştirmesi için
daha avantajlı koşullar ve fırsatlar sunduğu açıktı. Ancak bu fırsatların
varlığı, her durumda kullanıldıkları anlamına gelmiyordu. Bu ortamların dışında
da kendi fırsatlarını yaratan ve kendisini geliştiren; hayata, çevresine,
bilime, sanata, insana duyarlı bir yaşamı mümkün kılan “alaylılar” da vardı.
Toplumsal ve entelektüel yeterlilik ve saygınlık için tahsil gerekliydi ama
yeterli değildi.
Gerçekten de, kadını
olduğu evin boyutları ve özellikleri ile orantılı olarak değişse de, ev
kadınlığının insanı gün be gün örselediğinin canlı tanığıydı. Hayatta iş veya
meslek olarak kabul edilen birçok etkinlikte insanların biteviye tekrarlanan
işleri yaptıklarını, üretim bantları kullanılarak yapılan kitlesel üretim
yönteminin birçok sektörde kullanıldığını da biliyordu. Ancak bu insanlar en
azından kıyafet değiştirerek evden çıkıyor; toplu ulaşım kaosuna giriyor; bazen
bir kaza ya da kavgaya tanıklık ediyor; değişik yüzler, duruşlar, davranışlar
görüyor; yağmurdan kaçıyor, karda üşüyorlardı…
Oysaki ev kadınının yaşam alanı olan evinden
ayrılması, çoğu kendi elinde olmayan nedenlere bağlı olarak mümkün
olabilmekteydi. Öncelikle dışarıda olduğun süre içinde evde kalacak olan evin
direği efendinin ve eğer varsa büyük kayın efendilerin, sonra küçük efendi olan
çocukların olası tüm istek ve ihtiyaçlarını hazır edecektin… Sonra her boy
efendiye izahat buyurup icazet alacaktın. Dışarı çıkma gerekçenin asla ve kat’a
keyifle ilgili olmadığını; mutlaka diğer aile bireylerini de ilgilendiren
alışveriş, tamirat, geçmiş olsun, hayırlı olsun, başsağlığı gibi görevlerle
ilgili olduğunu anlatacaktın. Komşuya çaya giderken bile kendi evindeki şu ya
da bu eksiği gediği de sormaya gidecektin.
Evde senden hizmet
bekleyenlerin sayısı azaldığında ya da hizmetin artık yetersiz, zevksiz, ilkel
bulunup “bu nasıl bir şey ya!” nidalarıyla karşılanmaya başlandığında, kendine
daha çok zaman ayırıp sana benzeyen kadınlarla altın günleri de yapabilirdin.
Ama mabedin, hücren,
cennetin, cehennemin ve hayatın olan evinde her gün aynı işleri aynı iştiyakla
yapman beklenirdi. Televizyon ve radyolar, gün içindeki izleyicilerinin
yalnızca ev kadınları ve onların bakımı altındaki çocuklar olduğunu kabul
ederek yayın yaptıklarından, evlilik, çocuk ve yemek programlarını izlemek
zorundaydın. Bu programlardan sıkılıp birilerini ziyarete gittiğinde de bu
programlar hakkında konuşmak zorunda olduğundan yine izlemek zorundaydın.
Suda haşlanan kurbağa
misali, bir süre sonra ev kadını olurdun ve anlardın ki ev kadını doğulmaz ama
ev kadını olunurdu!
Peki, insan evinin
kadını olamaz mıydı? Birçok konuda kendini anlatmayı başaramayan solcular, bu
konuda da haksız bir şöhretin sahibiydiler: Aile düşmanlığı!
Solcular hiçbir konuda;
özlerinden, içeriklerinden, etkilerinden, işlevlerinden, sonuçlarından bağımsız
olarak kategorik karşıtlık ya da düşmanlık geliştirmezlerdi. İnsanların,
toplumların, halkların ve ulusların özgürlüklerini kısıtlayan, sömürülmelerine neden
olan, onları hangi düzey ve derecede olursa olsun kul köle haline getiren her
türlü kurum, durum ve ilişkinin karşısındaydılar.
Örneğin devlete
karşıydılar ama insanları ezen, sömüren ve kendilerini gerçekleştirmelerini
engelleyen boyutuyla! Çünkü toplum olarak yaşamak “kuralları” zorunlu kılardı.
Zeka sahibi olmayan türlerin kuralları içgüdüleriydi. İnsan ise tarihsel
gelişme düzeyine göre oluşturduğu “toplum sözleşmesi” ile kurallar koyardı.
Toplum yaşamı, özgür seçimler alanı ile kurallar alanının bileşkesinden
oluştuğuna göre, özgür seçimler alanını genişlettiğimiz oranda uygar olurduk.
İşte devletin sönümlenmesi beklentisi ya da tasarımı, diyalektik olarak
devletin baskıcı varlığını gereksizleştirecek ölçüde özgür bireylerin varlığı
ile mümkündü. Ancak toplumun, insanlığın ve doğanın zararına neden olacak
bireysel ya da kitlesel, marazi ya da bilinçli, kendiliğinden ya da planlı suç
girişimlerinin engellenmesini sağlayacak kadar “organizasyon ve eşgüdümün”
kaçınılmaz olduğu da kabul edilmeliydi.
Sönümlenmenin
diyalektiği, ihtiyaç kalmayan yapı ve fonksiyonların azalarak ya da mümkün
olduğunda sıçramalı olarak bitmesine dayanırdı. Bu anlamıyla da ihtiyacı bütün
maddi gerçekliği ile tespit edecek kadar altyapısal (deterministik, çözümlemeci);
ihtiyacı azaltacak akış ve oluşları tasarımlayıp hegomonik hale getirecek kadar
da üstyapısal (volantaristik, girişimci) bir sentezi uygulama sanatında yetkinlik
gerektirirdi.
Aile ve ev konusu da bu
bakış açısıyla ele alınmalıydı. Sosyalistler aileleri ortadan kaldırıp
insanların evlerini ellerinden alan vandallar değildi. Ailenin kadını ve çocuğu
baskı altına alan; erkek egemen düzeni kendi içinde yeniden üreten; aile
bireyleri arasında statü, yaş, cinsiyet, fiziksel yeterlik, işe yararlık gibi
nedenlerle hiyerarşiler kuran ve aile bireylerinin kendi benlik ve
kişiliklerini bulmalarını ve gerçekleştirmelerini engelleyen; özetle her konuda
olduğu gibi “özgür ve gönüllü birliktelik” şablonuna uymayan boyutları ile
dertleri olduğu doğruydu.
Ev konusunda da benzer
düşünülmeliydi. Herkesin insan onuruna yaraşır bir konutta yaşama hakkı vardı.
“İnsan onuruna yaraşır” bir konuttan söz edebilmek için; yeterli büyüklükte,
yangına ve doğal afetlere dayanıklı, güvenli, engellilerin kullanımına uygun,
ısı yalıtımlı, kullanılabilir temiz su, elektrik, telefon, internet
bağlantıları vb. niteliklere sahip olması gerekirdi.
Üretim araçları
dışındaki malvarlığının (gayrimenkulün üzerinde bulunduğu arsa ve tüm topraklar
kamu mülkiyetinde olmak kaydıyla) mülkiyete ve mirasa konu edilmesinde sorun
olmayabilirdi. İçinde yaşayan birey sayısı ile açık orantısızlık içeren
konutların sahiplik ve kullanım ilişkisi değiştirilebilirdi. Konut olmak için
çok büyük ve gösterişli binalar kamusal amaçlara (kreş, yaşlılar evi, sağlık
merkezi, sanat kültür merkezi…) tahsis edilebilirdi.
Ancak, ev ve yuva
sadece konaklamak ve barınmak için kullanılan fiziksel mekana indirgenemezdi.
İnsanların içinde anılar biriktirdiği, komşuluk ilişkilerini hayatlarının
önemli parçası haline getirdikleri, mahalle kültürünün gündelik yaşamlarının
arka planını oluşturduğu, bu anlamda kendini gerçekleştirme, köklü ve anlamlı
bir hayat sürme eyleminin vazgeçilmez bir boyutu olduğu gözden uzak
tutulmamalıydı.
Kadına yönelik
cinsiyetçi bakış açısını sonlandırmak için öncelikle ev işleri ve çocuk bakımı
konusunda kadına bağımlı sistemi değiştirmek için önlemler alınmalıydı. Site,
mahalle gibi belirli ölçekteki yerleşimlerde yemek, temizlik, çocuk ve yaşlı
bakımı gibi işlerin kolektifleştirilmesi veya sürekli hizmet veren yemekhane, çamaşırhane,
kreş gibi merkezlerin oluşturulması gerekirdi.
Toplumsal cinsiyet
çelişkilerinin sınıf çelişkilerine indirgenemeyeceğinin farkında olarak,
kadınların bedenleri ve yaşamları üzerindeki her tür denetime son veren,
sadece kendilerinin söz hakkı olduğu kabul eden, toplumsal yaşamı
“farklılıkların eşitliği” ilkesi temelinde yeniden örgütleyen bir sürecin
kesintisiz örgütlenmesi gerekirdi.
Aile kurmak, anne-baba olmak, çocuk sayısına karar vermek gibi hususlar
tümüyle kişisel seçim alanları olmalıydı. Kendi hayatını layıkı ile yaşarken
aynı zamanda yine layıkı ile çocuk yetiştirmek ile çocuk sayısı arasındaki ters
orantı gelişmiş toplumlarda doğal bir nüfus planlamasına neden olsa da çocuk
sayısında abartıyı engelleyecek maddi ve mali kısıtlar uygulanabilirdi. Çocuk
yetiştirmenin hem bireysel hem toplumsal yaşam ve sorumluluk anlamında dünyanın
en güzel, en anlamlı, en üretken, en kurucu “işlerinden” biri olduğu
değerlendirmesi ile özgür ve gönüllü ebeveynliği ödüllendirecek, çocuğun
toplumsal-kolektif bakımının mümkün olacağı döneme kadar çocuk-anne-baba
birlikteliğini destekleyecek politikalar uygulanabilirdi.
Özgür ve gönüllü annelik kavramının, ekonomik ve sosyal tüm alanlarda
özgürleşen kadın paradigması ile mümkün olacağı unutulmamalıydı.
Çocuk yetiştirmenin doğru yolunu bulmak konusundaki hiç bitmeyecek olan
arayışın iyice belirsizleştiği ve çeşitlendiği, cevap yerine kullanılan her
cümlenin misliyle yeni soru yarattığı bir dönemdeydik. Birçok konuda olduğu
gibi bu konuda da anne ve babalarımızdan gördüğümüz, bizzat deneyimlediğimiz
yol ve yöntemler işe yaramaz hale gelmiş, kuşak çatışması kavramı ile
açıklanamayacak olan büyük farkın nasıl doldurulacağını kimse bilmez olmuştu.
İnsanın, bilen ve düşünen anlamında homosapiens olduğu iki yüz bin yıldan
bu yana (ortalama 20 yılda yeni bir kuşağın geldiği kabul edilirse) yaklaşık on
bin kuşağın dünyamıza geldiği düşünülebilirdi. Belki de son birkaç yüzyıla
yayılan 15-20 kuşağa kadar hemen her konuda kuşaklar arası değişimin fark
edilmeyecek kadar ayrıntı düzeyinde biriktiği bilinmekteydi. Bu cümleyi
somutlayacak bir örnek olarak; Dawkins’e göre tek bir hücreden başlayarak
insanda son bulan evrim serüvenimizin her bir karesini yan yana koyduğumuz bir
albüm yapabilseydik ihtimal ki milyonlarca resmimiz olurdu. Her bir resmin
kendinden önceki ve sonraki 5-10 resim ile farkı anlaşılamayacak kadar az
olurdu. Albümün belirli bir kısmına bakan birisi için hiçbir değişim yaşamadan
yaşayagelen bir canlı türünden söz edilebilirdi. Değişimi görmek için çok
sayıda resme bakmak gerekirdi.
Ebeveynlerinden ya da içinde yaşadığı toplumsal gruptan gördüklerinin
dışında farklı hiçbir şey yapmadan, bir birinin kopyası hayatlar süren
insanlığın gelişimi son yüzyıllarda ivmelenerek artmaktaydı. “Dünyada son otuz
yılda üretilen toplam bilgi hacmi, bundan önceki 5000 yılda üretilenden daha
fazladır.” gibi cümlelerin sıklıkla kullanıldığı bir zaman diliminde yaşamak
hem büyük bir şans hem de ciddi bir handikaptı.
Yapacağınız işlerin çoğunda, eskinin öldüğü ama yeninin genel kabul görecek
şekilde doğmadığı belirsizlik zamanlarında çocuk yetiştirmek zor zanaattı.
Ne kadar kolektifleştirilse veya kamusallaştırılsa da asla dokunulamayacak
bir anne-çocuk alanının varlığı bilindiğine göre; toplumsal ilişkilerinin ürünü
olan insanların “yapımında” en özel rolü üstlenen aile ve annelik kurumunun
özgür kadınların gönüllü eylemi olması gerekirdi.
******
Feyza “Aslında başka
şansımız da yok sanki. Ya hepsini yazmak lazım ya hiç birini...”
Sinan “Önerileri alalım
arkadaşlar. En uzun yol bile ilk adımla başlar!”
Kadir “Toprakla yorganı
özdeşleştirdik ya! Ben hem el sanatlarını temsilen, hem de yorgan/toprak
metaforunun çağrışımı yoluyla tarım toplumlarına atfen ‘yorganı diken kim’
dizesini öneriyorum.”
Sinan “Harika!
Arkadaşlar hepiniz şairmişsiniz de haberimiz yokmuş. Artık yalnız bana şair
demekten vazgeçin.”
Şahin “Hani başbakana
bakanlar arasında birinci anlamında başbakan deniyor ya, biz de sana başşair
diyelim...”
Feyza “İlla biri reis
olacak değil mi? Hepimiz kendimizi yönetelim deyince anarşi mi oluyor?”
Şahin “Laf sokma, bir
dize söyle.”
Feyza “Peki, yorganı
dikmek için gerekli iğneyi yapan emekçiyi ve madencileri temsilen ‘iğneyi
yapan’ dizesini öneriyorum.”
Necmi “Çok güzel ama
madenciliğinin uzun zaman dökümcülük yöntemiyle yapıldığını vurgulamak için
‘yapan’ yerine ‘döken’ fiilini öneriyorum.”
Feyza “Evet, doğru!”
Sinan “O zaman taş
işçiliği ve edebiyatı da mezar taşı üzerinden anlatabiliriz. Örneğin ‘taşı
kesen kim / ismini yazan kim’ diyebiliriz.”
Necmi “Çok hoş! İki
dizede bir ‘kim’ deme kuralına uydurarak yazıyorum.”
Şükran “Ben de
göçebelik, yapı işçiliği, ticaret yapan halklar için ‘hanı yapan kim’ dizesini;
aleviler ve şarabı ayakları ile ezerek yapan kadınlar için ‘şarabı ezen’
dizesini öneriyorum.”
Sinan “Allegro! Bu kadar
yapıcı ve neşeli bir final için illa kadın olmak mı lazım?”
Kadir “Hayır birader!
Şair olmak lazım…”
Feyza “Hah şimdi
‘biraderi’ doğru yerde kullandın. Arkadaşlar bence de müthiş güzel bir final
oldu, ama izniniz olursa bir dize daha önermek istiyorum…”
Şahin “Nırınımmmm!…
Kuyu cadısından son atak!”
Necmi “Evet?...”
Feyza “Müstakilen bir
dizeyi hak ettiğini düşündüğüm bir halk var: Kürtler. Kimlikleri ve hakları
için verdikleri mücadele ve yaşadıkları ölçüsüz acıların şiirimizde olmasını
isterim.”
Şahin “Tek dizede
rezervlerimizi ve eleştirilerimizi kayda geçiremeyiz ama…”
Necmi “Önceki dizelerde
hangi halkların yanlışlarını kayda geçirdik de sıra Kürtlere gelince teyakkuza
geçiyoruz!”
Şahin “Konu güncel ya!
Yanlış anlaşılabilir.”
Sinan “Şiirin altına
imzanı atmazsın olur biter…”
Şahin “Hadi ya! Bir
avuç solcuya emeğimi sömürttürecek göz var mı bende?”
Feyza “Bak Şahin!
Hepimiz ve herkes birçok doğru ve birçok yanlış yapıyoruz. Bazı doğrularımız
birilerine göre yanlış, bazı yanlışlarımız da başka birilerine göre doğru…
Bazen doğru insanlar yanlış şeyler yapıyorlar, bazen de yanlış insanlar doğru
şeyler yapıyorlar… Önemli olan ayrıntıların dışında kalan ‘son tahlil’
çözümlemesi. Sence Kürt diye bir halk var mı?”
Şahin “Bir süredir hep
birlikte ‘var’ diyoruz.”
Kadir “Peki, bir süre
önceye kadar ne diyorduk?”
Şahin “Karda yürüdüğü
için kart-kurt sesi çıkaran dağ Türkleri konularına hiç girmeyelim.”
Necmi “İlk önce ‘var’
diyorduk ve resmi belgelere bile yazıyorduk.”
Şükran “Hangi resmi
belgeler?”
Necmi “Sivas ve Erzurum
Kongre kararları, Amasya Protokolü, meclisteki konuşma tutanakları gibi birçok
kaynak bulunabilir…”
Şükran “Ee, sonra ne
oldu da yok oldular?”
Necmi “Aslında Lozan
Anlaşmasında adları geçmeden bütün vatandaşlara getirilen haklar ile en azından
ana dillerini kullanma hakları vardı, ama devletimiz tehlikeleri bertaraf edip
kendini güvende hissettiğinde verdiği sözleri unuttu.”
Şahin “Ama somut
koşulları da unutmamak lazım. Dünyadaki tüm devletlerde yaşanan uluslaşma
süreci kaçınılmaz değil miydi? Otoriter yönetim modellerinin tüm dünyada
yaygınlaşmaya başladığı, hatta uygarlığın taşıyıcısı sayılan ulusların faşizmin
karanlığında insanlık suçları işlediği ve bu günkü anlamı ile demokrasinin
henüz belirsiz olduğu bir dönemde; ardı ardına savaşlar içinde tükenmiş haldeki
bir halk ve kurtuluş mücadelesinin önderlerinin bile birbirlerini tasfiye
etmeye çalıştığı koşullarda yaşandı her şey. Bu günün dünyası ve değerleri ile
yargılamak adil mi?”
Feyza “Tamam,
söylediğin her şey doğru olsa bile bunlar suçu hafifletici nedenler olabilir
ancak. Ama suç ortada duruyor hala…”
Şükran “Suç dediğiniz
şey yalan söylemek mi?”
Feyza “O da var tabi!
Ama ulusların devlet kurmak dahil kaderlerini tayin etme hakkı Amerikan Başkanı
Wilson tarafından bile gündeme getirilen bir haktır. Solcular tarafından da
sahiplenilmiş…”
Necmi “Sahiplenmeyen
solcular da var. Rosa gibi...”
Feyza “Doğru! Ama sonuç
olarak Lenin’in dediği oldu ve bizim müktesebata da girdi.”
Şükran “Yani Amerika
Kürtler devlet kursun demiş ve biz itiraz mı etmişiz…”
Necmi “Böyle nokta atışı şeklinde değil de Türk
yönetimindeki diğer uluslara da tam bir özgürlük sağlanmalı gibi genel ibareler
kullanılıyor.”
Şahin “Aslında
kasıtları Ermenistan değil mi?”
Necmi “Çok daha
kapsamlı bir plan. Öncelikle İngiltere ve Fransa, Osmanlı ve Ortadoğu’nun
paylaşılması için Sykes-Picot Anlaşmasını yaptılar. Wilson prensipleri de
sömürgeleri büyük emperyalist güçlerin ticaret serbestisine sahip olacakları
liberal bir anlayışla yeniden yapılandırmak için açıklandı. Bizim tartışmamıza
katkı sunacak olan bakış açısı, bambaşka kaygılarla da olsa emperyalistlerin
bile ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımış olmalarıdır.”
Sinan “Aslında kavramın
Marksist tarihi çok daha eskidir. Marks ve Engels’in Hindistan için olumsuz;
İrlanda, Polonya için olumlu değerlendirmeleri gibi tartışmalar üzerine Lenin
1915’lerde ilkesel olarak kabul etti.”
Şahin “Tabi sizde
ağanın lafının üstüne laf olmaz!”
Feyza “Sözünün üstüne
söz söyletmeyen faşisttir; sözünün üstüne söz söyleme gereği duyulmayan ise
ermiş, usta, önder oluyor.”
Şükran “Bir taraftan
büyük ölçekli devletler, dünya devrimi hatta sınırların kaldırılmasını
savunurken; diğer yandan her ulusa bir devlet istemek tuhaf değil mi?”
Feyza “Lenin, her
konuda olduğu gibi bu konuda da diyalektik ve devrimci bir yaklaşım sergilemiş.
Somut koşulların nesnel tahlili ve var olan gerçekliğin devrim dinamikleri
lehine değerlendirilmesi…”
Necmi “Ayrıca kısa,
orta, uzun vade hedefleri birbiri ile çelişiyor gibi görünebilir. Devleti
sönümlendirerek ortadan kaldırmak için devlet kurmak gibi...”
Sinan “Ayrıca ulusların
kaderini tayin hakkını boşanma hakkına benzeterek, öz ve içerik olarak çok
olumlu bir kavramsallaştırma yapmadığını, kaçınılmazlık halinde başvurulacak
son çare olduğunu söylüyor.”
Şükran “Boşanma hakkı
nerden çıktı?”
Necmi “Lenin ‘hiç
kimsenin boşanması arzu edilmez, ancak birlikte yaşama olanağı kalmadıysa
boşanmak bir haktır’ diyerek arzu edilmeyen durumların da hak olabileceğini
söylüyor. Bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağına ezilen taraf karar verir.
Şiddet gören ve mutlu olmayan bir kadının eşinden boşanma hakkı ne kadar meşru
ise, birlikte yaşamaktan memnun olmayan ulusların da boşanmaya hakları vardır.”
Şükran “Yani üniter
devletçilik aslında Katolik nikahını savunmak gibi.”
Şahin “Bak Şükran,
kafanı karıştırıyorlar! Bir kere Kürtlerin ayrı devlet istediğini nereden
biliyoruz? Kürtler derken İstanbul’daki, İzmir’deki, İran, Irak, Suriye’dekiler
de dahil mi? Vatanları ve sınırları neresi? Coğrafyalarının zorluğu ve denize
kıyıları olmayışı nedeniyle kuracakları devlet yaşar mı? Bir arada yaşamak daha
iyi değil mi?...”
Feyza “Gerçekten
cevaplarını merak ettiğin için mi soruyorsun, yoksa işi yokuşa sürmeye mi
çalışıyorsun?”
Şahin “İnsan cevap
istemekten başka ne amaçla soru sorar?”
Feyza “Yani, sen
Kürtlerin de Türkler gibi bir ulus olduğunu, bu nedenle Türklerin ‘Türk’ olarak
sahip oldukları her hakka ‘Kürt’ olarak sahip olmaya hakları olduğunu kabul
ediyorsun da yolu yordamı meselesine mi takılıyorsun?”
Şahin “Ben meseleleri
Türk-Kürt kavramları olmadan da tartışabiliriz diyorum. Kurtuluş Savaşını nasıl
birlikte yaptıysak şimdi de birlikte yaşayabiliriz.”
Kadir “Gavura karşı din
kardeşliği; Ermeni kırımı nedeniyle cezalandırılma ve el koyduğu mal mülkün
gitmesi tehlikesine karşı suç ortaklığı; senin olduğu için değil bin yıllardır
yaşadığı kendi vatanını savunma motivasyonu nedeniyle katıldığı Kurtuluş Savaşı
yüzünden Türk mü oldular?”
Necmi “Peki sen
ülkesinin adında, anayasasında, vatandaşlık tanımında, andında, yemininde
üstüne basa basa Türk demediğin, dağına taşına ‘ne mutlu Türküm diyene’ cümlesi
yazmayan bir ülke kurdun; insanların etnik kökenleri ve inançları ile barışık
bir şekilde yaşattın da Kürtler beğenmedi mi?”
Şahin “Ama o Türk
kelimesi hepimizi kapsıyor...”
Kadir, Şahin’i omuzlarından
tutup sarsarak “Bak Kadir!...”
Şahin “Oğlum şunun
önünden rakıyı alın ya! Bir insana kavgada bile ‘Kadir’ denmez. Ben ayna mıyım
da kendini gördün?”
Kadir “Oğlum ben
hepimizi kapsayan bir isim anlamında ‘Kadir’ diyorum. Hepimiz Kadir’iz ve reklamcı
ağzı ile konuşacağız. Ne var bunda?”
Necmi “Düştün mü
reklamcının tuzağına! Hepimizin birer adı var ve eşdeğerler. Bu adların dışında
ve yalnızca birimize ait olmayan bir kavramla adlandırılabiliriz. Fenerliler,
liseliler, Halikarnas Balıkçısı’na saygıyla Anadolulular gibi. Ama içimizden
biri ‘hepimiz benim adım, dilim ve değerlerim ile anılacaksınız!’ derse kabul
eder miyiz?”
Feyza “Sözün özü, Türk
varsa Kürt de var. Ya birlikte Türkün ve Kürdün değil de insanın, emekçinin
yaşadığı bir ülke kurarız ya da herkes kendi derdine düşer!”
Şahin “Peki ilkesel
olarak kabul ettim diyelim! Ya yol yordama ilişkin sorular!”
Necmi “Bütün cevapları
da biz bulmak zorunda değiliz! Önemli olan tüm muhatapların özgürce katıldığı
ve hiçbir kısıtlama olmaksızın yürütülecek bir tartışma süreci ile uzlaşma
noktalarını bulmak.”
Şahin “Bütün solcular
bu kadar zamandır boşa mı tartıştınız? Elde hiç cevap yok mu?”
Feyza “Tamam! Rakı
masasının kaldırabileceği kadar bir özet geçelim. Kürtlerin ayrı devlet kurmak
isteyen veya birlikte yaşamak isteyen kanatları ya da devlet kurmak
isteyenlerin birlikte yaşama projesine geri döndükleri zamanlar oldu…”
Şahin “Yani Kürtler ne
istediklerini bilmiyorlar!”
Feyza “Peki, Türkler
her konuda ne düşündüklerini biliyor mu?”
Şahin “En azından hangi
görüşün çoğunluğu oluşturduğunu biliyoruz.”
Sinan “Yani farklı
sesler ve görüşler olsa da çoğunluğun görüşü üzerinden tartışabiliriz.”
Feyza “Son yıllarda
Kürt Özgürlük Hareketinin gerek parti olarak gerek bağımsız adaylarla girdiği
seçimlerde Kürt illerinde belirgin bir desteğe sahip olduğunu kabul edersin
herhalde?”
Şahin “Peki bunu da
kabul edelim!”
Necmi “Haziran
seçimlerinden sonra bütün dengeler değişti ama Kürt Özgürlük Hareketi son
olarak demokratik cumhuriyette eşit yurttaşlar olarak yaşama projesini
savunuyordu. Anayasal statü, kültürel haklar ve yerel özerklik gibi bir arada
yaşamanın demokratik modelleri konuşuluyordu...”
Şükran “Kürt Özgürlük
Hareketi dediğiniz tam olarak nedir?”
Feyza “Dağı, ovası,
siyasetçisi, diasporası, gerillası, milletvekili, milisi, genci, kadını ile çok
yönlü ve bileşenli bir halk hareketi. Ana gövdesini PKK’nin oluşturduğu yapı.”
Şahin “Yani PKK’sız bir
süreç mümkün değil mi?”
Sinan “Gerçekten çözüm
isteyenler için mümkün mü?”
Şahin “Ya ayrı devlet
kurmak isterlerse?”
Necmi “Bu durumda da
‘müstakbel’ Kürt Devletinin sınırlarının belirlenmesi ile her iki tarafta kalan
nüfusun ve mal varlıklarının isteğe bağlı veya zorunlu mübadelesi gibi
başlıkları tartışmamız gerekecek. Ancak öncelikle uzlaşılması gereken konu tüm
senaryoların özgürce tartışıldığı bir sürecin sonunda ortaya çıkacak iradenin
‘tartışmasız’ uygulanacağı konusunda güven vermektir.”
Şahin “Böyle bir konuda
nasıl uzlaşılır?”
Kadir “Sonuçta vatan
dediğin de tarihi bir şey. Zamanında Yunanistan, Bulgaristan falan da bizim
vatanımızdı. Bağımsızlıkları için savaşan Yunan ve Bulgar asilerine ve
hainlerine karşı savaşıyorduk… Şimdi uygar komşular olarak ilişkimizi
sürdürüyoruz.”
Şahin “Ama onların
sınırları zaten belliydi.”
Necmi “Hiç de öyle
değildi. Batı Trakya Türklerine bakarsan oraları bizim olmalıydı. Ya da
İstanbul’daki Rumlara bakarsan tersi olmalıydı. Girit, diğer adalar, mübadele
sorunları kolay mı oldu sanıyorsun!”
Sinan “Eğer taraflar
başka bir yol kalmadığına ikna olurlarsa, öyle ya da böyle bir sonuca ulaşırlar.”
Feyza “En azından
nerelerde anlaşıldığı, nerelerde anlaşılamadığı ortaya çıkar.”
Sinan “Ayrıca hiç
anlaşamamak bile şu halden daha kötü olmaz. O yüzden denemekten başka yol yok…”
Necmi “Komşu
ülkelerdeki Kürtler ile ilişkileri, coğrafyalarının zorluğu, denize kıyıları
olmayışı gibi meseleler Kürtlerin düşünmesi gereken meselelerdir. Tabi ki biz
ve herkes tartışma sürecinde fikirlerimizi söyleriz ve Kürtlerin dikkate
almasını isteriz. Ama kararı verecek olan bizzat Kürtlerdir. Ulusların kaderini
tayin hakkı tam da bu demektir.”
Feyza “Yaşanan bunca
şeyden sonra Kürtlerin eskisi gibi yaşamasını beklemek mümkün değil. Mutlaka
ikna edici bir çözüm üretilmeli. Türkün Türk gibi, Kürdün de Kürt gibi ama aynı
vatanda birlikte yaşayacağı bir düzenin kurulma çabalarının egemenler eliyle
yürütüldüğünde ne kadar güvenilmez olduğunu ‘çözüm sürecinde’ gördük. Bu proje,
tarafları kendi çıkarlarını azamileştirme yönünde koşullayarak birlikte yaşama
imkanlarını da geri dönülmez şekilde örseliyor. Geriye kalan seçenek, daha üst
bir kimlikte buluşarak kardeşleşmek. Akla iki yol geliyor: din kardeşliği ve
sosyalizm. Eğer Kürtleri topyekün imha etmeyecekseniz, bu yollardan birini
seçmek zorunda kalacaksınız.”
Şahin “Kırk katır mı,
kırk satır mı?”
Sinan “Bence Kürt Özgürlük
Hareketi, en azından muhafazakar Kürtleri din kardeşliği seçeneğine terk
etmeyen, kadının toplumsallaşması ve siyasallaşması yolunda kat ettiği mesafe
nedeniyle takdir edilmeli...”
Şükran “Neyse,
hayırlısı ne ise o olsun diyelim. Feyza, artık şiiri tamamlayabilirsin bence…”
Feyza “Benim önerim,
hem Kürtçeye saygı hem de kimlik sorunlarına vurgu anlamında ‘kinem’”
Şahin “Ne demek?”
Feyza “Kürtçe ‘biz
kimiz?’ demek.”
Sinan “Tek sözcükle
süper final oldu. Necmi tümünü okusana.”
Necmi “Ben katiptim.
Okumak senin işin.”
Sinan “…
altına girip
yatmak için
yorgan yerine
istenen toprak
kimin vatanı
kimin mezarı
kürekteki el kimin
topraktaki diş
yorganı diken kim
iğneyi döken
taşı kesen kim
ismini yazan
hanı yapan kim
şarabı ezen
kinem?”
Kadir “Peçeteye yazılan
ilk barış şiiri bize aittir herhalde…”
Şahin “Biz barışı
tuvalet ya da zımpara kağıdına yazmaya alışkınız ama!”
Feyza “Yani ya bokunu
çıkarırız ya kan çıkarırız diyorsun…”
Şükran “Yaptıklarımız
yapacaklarımızın teminatıysa öyle gibi…”
Sinan “Arkadaşlar,
hepimiz peçeteyi imzalayalım ve orijinal nüshayı kutsal emanetler sandığına
koyalım.”
Necmi “Aramızda kasa
sahibi olan bir tek Şahin’dir herhalde.”
Şahin “Valla,
zenginliğin bir raconu da sanat koleksiyonu yapmakmış. İlk orijinal eserimi
gururla takdim ederim. Altıpatlar grubunun kolektif şiiri! Bu şiirin adı yok
mu?”
Kadir “Rakı masasında
yazılan şiirin bütün kapalı kapıları açması dileğiyle ‘çilingir’ adını
öneriyorum.”
Sinan “Çilingirin
şerefine!”
******
Sinan, Gezi Direnişi
konusunda karaladığı son şiirine çilingir temalı bir dörtlük eklemenin uygun
olup olmayacağını düşündü. Rakı sohbetini gericilere rahmet okutacak bir şevkle
aşağılayanlara inat, aklına bir dörtlük geldi ama barikat-çilingir
“uyumsuzluğu” kendisini de rahatsız ettiğinden son dörtlüğü akıl defterinde
saklamaya karar verdi:
Küllerinden doğmanın
Manifestosu haziran
Doğmak yaşama yetmiyor
Büyümeli doğan can
Durduk yerde çoğalmaya
Yetiyor edep erkan
Durmadan çok kalmaya
Bulmak gerek yol yordam
Omzuna omuz değmeyenin
Yumruğu yıldıza kalkamaz
Barikatta parlamayan
göz
Güneşin fethine de
bakamaz
Su dökünce aklanır gibi
Yıkar sohbetle bir
düzeni bir ruhu
Camın ardındaki buğulu
beyaz
Her dem direnişin can
suyu
Neydi sanat? Sanat,
sanat için miydi toplum için mi? “Tüm solcuların ilk okuduğu kitap” diye bahse
girsen kesin kazanacağın Felsefenin Temel İlkeleri’nde “sizi anlamsız ve
tutarsız ikilemlerle baş başa bırakırlar; şu mu olmak istersin bu mu diye.
Diyalektik der ki hem şu olabilirsin hem de bu.” deniliyor. Yumurta tavuk
benzeri ikilemler ve paradokslar insanın ilgisini çekiyor her halde. Yoksa
toplum için sanat yaparken, sanatı da sanat gibi yapmak ama ‘katıksız
estetikçilik’ gibi tuzaklara düşmemek neden mümkün olmasın?
Sanat, maddi pratik
içinde ‘yeni’ olanı dile getirir. Bir ürün ya da etkinliğin sanat olabilmesi
için belirli bir estetik forma sahip olması ve kültürel anlamda önemli, yani
‘yeni’ olması gerekir. Bu anlamıyla nesnenin sıradanlığına son veren, insanın
manevi haz ihtiyacını karşılayan yaratıcı eylemin ürünü bir eylem olmalıdır.
Yalnızca dış gerçekliği
taklit eden veya ayna gibi yansıtan günlük ve sıradan üretimlerimizden farklı
olarak tasarlanmış bir üretim olmalıdır. Bu yönüyle, asıl gerçeklik ile genel
bilgilenme ve algılanma düzeyi arasındaki ilişki ve çelişkiye müdahale eder. Bu
bağlamda ideolojiktir ve asla tarafsız olamaz. Sanat ürününün tüketilmesi,
eserin içerdiği ideolojinin tüketicisi tarafından yeniden üretilmesine neden
olur. Sanat eseri; gücü, muhatabını etkileme yeteneği, ikna ve inandırma
kapasitesi, estetik ve gerçeklik düzeyi gibi birçok kritere göre tüketicinin
ideolojisini ve estetik anlayışını etkiler veya belirler.
Bu nedenle sosyalistler
‘toplumsal gerçekçi’ sanat anlayışını savunurlar. Toplumun yaşadığı sorun ve
gerçekliklerden bağımsız, sınıf savaşına kayıtsız bir sanatsal yönelimi
desteklemezler. Bu konularda tarafsız olunamayacağını; güçlü ve zayıf iki
kişinin kavgasında tarafsız kalmanın objektif olarak güçlünün yanında yer almak
anlamına geldiğini, öngörülebilir süreç ve sonuçlara müdahil olmamanın son
tahlilde var olan durumu desteklemek ya da onaylamak anlamına geldiğini
bilirler.
Ancak, sanatta
toplumsal gerçekçi bakış açısı; slogancı, salt ve saf politik sanatın savunusu
değildir. Emekten yana sanatın savunucularının da barış ile savaş, mücadelenin
sıcak dönemi ile kısmi denge dönemi, emeğin iktidarı ile muhalefet dönemlerinde
farklı biçim ve yoğunlukta içerik oluşturacakları açıktır.
Ayrıca ‘insana ait olan
hiçbir şeye yabancı olmayan’ ve ‘kişisel olanın politik olduğunu’ bilen
toplumsal gerçekçiler, toplumu oluşturan bireylerin kişisel dünyalarını da ilgi
alanlarına alırlar.
Sanat, bir ‘bakış’
kazandıran manipülatif etkisini gerçekleştirmek için bilgi vermelidir. Bu
anlamıyla bizi yeni dünyalar, insanlar ve durumlarla tanıştıran bir arkadaş, rehber
ve gezgin; farklı var olma seçeneklerini somutlayan belgesel, anı, sohbet;
kafamızda somutlayamadığımız bulutsu proje ve özlemleri netleştiren ve
yenilerine esin kaynağı olan ilham perisi; ‘Allahım! Neden ben?’ diye dünyaları
başımıza yıktığımız ve evrende yalnızca bize ait olduğunu düşündüğümüz
dramların aslında başkaları tarafından da yaşandığını öğreterek teselli eden
aile büyüğü; bilinçaltımızın derinliklerinden en olmadık zamanlarda gelerek
ağır mahcubiyet ve suçluluk duygularına neden olan ‘karanlık’ tarafımızın da
“yaygın ve normal” olduğunu anlatan psikolog olabilmelidir.
Sinan, son dönemdeki
şiirleri arasında bu anlamda politik ve kişisel temalı şiirlerini düşündü.
Politik şiir olarak aklına gelen ilk örnek, 10 Ekim’de Ankara’da katledilen yüziki
can için yazdığı şiirdi. Nazım, Karadeniz’de katledilen Onbeşler için “bunların
sen isimlerini aklında tutma fakat / 28 Kanunisaniyi unutma” diyordu ya!...
İsimleri değil ama tarihleri hatırladığımız günler o kadar çoğalıyordu ki!
Bunları şiir halinde tarihe ve topluma not etmeyen şairliğin ne anlamı
olabilirdi?
Artık tüm yürekler
yıldızlara yürüyenlerin devrim şehitliği
Nabız atışları göz
nurundan gez’i ruhundan arpacık ucundan
Evrenin anası büyük
patlama ile sonsuzluğa sıkılan isimlerdi
Hep yeniden doğan
Anka’ra Kuşunun kanatlarına kazınan
Sıcak ekmek gibi yaşamı
kar buz kestireceklerin inadına
On’ların Ekim’inde
toprağa düştü yüzikiverenler de
Bu ilk Ekim’i değildi
ki toprağın buluşmasının tohumla
Tarih yazdı on’u yedi
geçiyordu ilk orak çekiçlisinde de
Onbeşler denizin
karasına ekti umudu Onlar derenin kızılına
Ser verenler dağa ekti
direnci Dörtler ateşe kesmiş zindana
Bu Nazım saygıdır Suphi
zamanlarda ekilen tohumun Hakkı’na
Bir maraba da Ali
İşçi’den Emek’çiden esen yele Boran’a
Mahir bir ustanın
işlediği Cevahir’in Saffet’li Ayna’sı
Cihan’ı Gezmiş bir
Yusuf’çuğun kanadında şavkır
İnan Ulaş’maya
Kadir’dir dağ ateşinin Mine’li Kıvılcım’ı
Kayanın kaypağından
seken Yıldız misali menzile varır
*(şiirin açıklaması
metnin sonunda)
Peki! Kişisel dediği
şiire örnek var mıydı? Varlığını borçlu olduğu bir arkadaşının “canının içi”
kızı için istediği şiiri de yeni tamamlamıştı:
Geldin bahar güneşi
gibi içe işleyen ılık
Baktın duru bir göl
gibi hareli aydınlık
Ağladın yeraltı nehri
gibi çağıltılı içli
Güldün parlak yıldız
gibi sıcak sevinçli
Bebektin melek kanadı
gibi saydam sarı
Çocuktun başak tarlası
gibi ışıklı uçarı
Büyüdün genişleyen
evren gibi gizli hızlı
Oldun engin okyanus
gibi derin dalgalı
Mutluluğumuzsun gülen
yüz gibi dolunay güneş
Kıvancımızsın içimize
sığmaz gibi coşku ateş
Gururumuzsun eseriyle
övünür gibi sabah akşam
Sevincimizsin o büyük
gün gibi düğün bayram
Emeğimizsin hayatı
yaratır gibi kutlu canlı
Lezzetimizsin dostlar
sofrası gibi tuzlu tatlı
İyiliğimizsin kendin
olmak gibi karşılıksız haklı
Fikrimizsin ince gül
gibi ilk harflerde saklı
Sanatçının toplum
içindeki yeri ve üretiminin değeri konusunu düşündü Sinan… Sanatın
metalaşmaması gerektiğini savunuyordu ama hayatını idame ettirmek için
ürünlerini gelire çevirmek zorundaydı. Yayın ve dergicilik dünyasındaki
sevgisiz ve yıkıcı rekabet de cabasıydı.
Başka bir mesleği
olmadan yalnızca ‘sanatçı’ kimliğiyle yaşayan insanların, ilk çağlardaki kabile
büyücüleri ile ortak atalarını bulmak için ne kadar geriye gitmek gerektiğini
düşündü. Maddi hayatı yeniden ve yeniden üreten, yaratan, koruyan, dağıtan
bireylerin dışında; insanların korkularını, özlemlerini, haz beklentilerini,
acılarının yok edilmesi taleplerini, anlam arayışlarını karşılayan ve
sorularına yanıt vererek ruhlarını yönlendiren ilkel büyücüler ve şamanlar ile
günümüz sanatçılarının işlevsel benzerlikleri ne anlama geliyordu?
Sonuçta, şöyle ya da
böyle bir ürün vardı. Bu ürün bir şekilde paraya dönüşüyordu. Peki, piyasada
fiyatlandırılan elma, gömlek veya cep telefonunu fiyatlandırdığımız gibi mi
düşünmeliydik?
Sosyalist literatürün
en netameli konularının başında emek değer teorisi vardı. Neden 1 kilo elma x
lirayken bir gömlek y liraydı? Birbirinden çok farklı ürünlerin fiyatlarını
neye göre belirliyorduk?
Marksist iktisada göre
piyasada satılmak amacıyla üretilen ürünlere meta deniyordu ve metanın üretimi
sırasında harcanan emek gücü metanın değişim değerini belirliyordu. Emek gücünü
ise emek zamanla ölçüyorduk. Eşit miktarda emek içeren ya da aynı sürede üretilen
metaların değeri aynıydı. Emek zaman da beceri, bilim, teknoloji, fiziksel
koşullar, mevsim, iklim gibi değişkenlerden etkileniyordu.
Sanat ‘meta’ olmamalı
diyenler, yalnızca değişim değeri için üretilmemesi gerektiğini savunuyorlardı.
Kamusal destek ve tahsisler ile hayatı garantiye alınmayan sanatçıların
piyasada var olmaları gerekiyordu. Sanat nesnesinin kullanım değeri, insanın
manevi ve entelektüel dünyasını geliştirerek hayattan aldığı hazzı artıran yanı
piyasayı pek ilgilendirmiyordu. Daha çok bir yatırım aracı; statü, ayrıcalık,
itibar, şöhret gibi sembolik sermaye sayılabilecek niteliğiyle metalaşıyor ve
değişim değeri üzerinden işlem görüyordu.
Sanat ve bilim,
metalaşma tehlikesine karşı toplumsal fonlarla desteklenmeliydi. Sanatçılar ve kültür emekçilerinin üretim, eğitim,
yayın, sergi araç ve ortamlarına kolaylıkla ulaşmaları sağlanmalı; ulusal ve
uluslararası etkinlikler, festivaller, toplantı ve buluşma olanakları
yaratılmalıydı.
Bütün bu süreçlerin yürütülmesinde, diğer tüm çalışanlar gibi, sanat ve
bilim emekçilerinin de kendi üretimlerinde söz sahibi olmaları, özerk/bağımsız
bilim ve kültür konseyleri eliyle çalışma ortamları düzenlenmeliydi.
Sanatçı için mesai, parça başı veya götürü iş gibi ölçümler
yapılamayacağına göre, toplumsal fonlarla desteklenmeyi hak etmenin nasıl
mümkün olacağı ve ne kadar sürdürüleceği, yani ‘müstehaklık’ sorgulamasını da
ancak sanatçılar yapabilirdi.
Şairliğin dışında da
bir “altın bilezik” edinmek için çok mu geç kalmıştı?
******
Necmi “Başlığı büyük
harflerle yazıyorum. Hayırlı olsun!”
Şükran “Bir eser
yaratmanın hazzı çok güzelmiş!”
Kadir “Birkaç dize
yazmak, iki mucize doğurmuş bir anne için basit bir yaratıcılık olmalı.”
Sinan “Gerçekten!
Dünyada toplam yüz milyar civarında insan yaşamış, şu anda yedi buçuk milyar
insan yaşıyor ve hala her doğan çocuğa mucize muamelesi yapabiliyoruz...”
Necmi “Bu da bizim
hayatlarımızın kuantumu. Kendi atom altı dünyamızda uyguladığımız kurallar ile
toplumun ya da insanlığın geneli için düşündüklerimiz farklı olabiliyor.”
Feyza “Doğru!
Çocuklarının dengesini bozmamak veya topluma yabancılaştırmamak adına ilke ve
inançlarını çocuklarına anlatmayan, hatta özellikle onları uzak tutan,
özelleştirmeye karşı olmasına rağmen çocuğunu özel okula gönderen birçok
tutarsızlık örneği var.”
Şahin “İnsanların daha
iyi bir gelecek kurma mücadelesi vermeleri, çocuklarının bu günkü ihtiyaçlarını
en iyi şekilde karşılamalarına engel olmamalı. Hele ki uğruna çabaladığın
geleceği yakın vadede kurman garanti değilse! Kendi hayatın üzerinde kumar
oynayabilirsin ama özgür iradeleri ile seçim yapma yeterliğine ulaşmamış
çocuğunu da seninle sürükleyemezsin!”
Feyza “Duyan da çocuk
askerlere karşı kampanya örgütlüyorsun sanır! Konuştuğumuz konu silah alıp dağa
çıkmak ya da barikat kurmak değil! Eşitlik, özgürlük, dayanışma ve paylaşma
konusunda kolektif bilince sahip; evren, dünya, insan, evrim konularında bilimi
rehber kabul eden; insan, kadın, çocuk, hayvan hakları, çevre bilinci, çok
kültürlü yaşam bilgisi, cinsiyet özgürlüğü ve eşitliği gibi konularda
çocuklarımıza anlatacak değerlerimiz yok mu?”
Kadir “Ama herkesten de
kahraman olmasını ya da apaçık bildiği riskleri yakınları adına almasını
bekleyemezsin. Saydığın şeylerin çoğu mayın tarlası gibi konular. Hiç kimse
çocuğunun mayın eşeği olmasını istemez.”
Şahin “Devlet bile
aileden bir çocuğu askere alınca diğerlerini azat ediyor.”
Necmi “Suya atılan
taşın yarattığı halkaların kıyıya ulaşmasını bekler gibi sıramızı
bekliyoruz...”
Sinan “Her konuda öyle
değil mi? Hepimiz biraz korkak, biraz cesur, biraz cahil, biraz hakim ve çocuk
değil miyiz?”
Feyza “Mücadelenin
sıcaklığı, hedefe yakınlık, göze alınması gereken risk miktarı, taraftar
sayısı, biriktirilen güç gibi birçok değişkene bağlı olarak sudaki halkanın
durduğu yere ulaşmasını bekleyenlerin olması doğaldır.”
Necmi “Zaten bu
anlattığınızın adı kitleselleşme değil mi? Gücünüzle, ikna kabiliyetinizle,
somut başarılarınızla kitlelere ulaşmak için politika yapılmıyor mu?”
Feyza “İster bilinçli
ve örgütlü, ister kendiliğinden olsun taş suya düşmeli ve bir dalga yaratmalı…”
Kadir “Devrimci öncü
meselesine mi giriyoruz?”
Feyza “Hangi kitlesel
iş veya eylem öncüsüz yapılabilir? Kitle ile yapılan her hangi bir işin
birileri tarafından düşünülmeden, planlanmadan, organize edilmeden, iş bölümü
yapılmadan kitlenin tümü tarafından aynı anda ‘haydi, hoppa!’ diye başlatılması
mümkün mü?”
Sinan “Anlattığın süreç
zaten işin doğası. Tartışmanın asıl konusu kitleden kopukluk ve kavganın asıl
sahiplerinin yani işçilerin yerine, günümüzde çok kullanılan kavramla ‘vekalet
savaşı’ vermek...”
Necmi “Teşbihte hata
olmaz diyerek örnek vermek istiyorum. Tedavi görmesi gereken hastaya doktorun
müdahalesi ya da yetiştirilmesi gereken çocuğa öğretmenin müdahalesi yanlış
mıdır? Tıp bilgisi olmayan hasta, okuma yazma ve pedagoji bilmeyen çocuk uzman
yardımına ihtiyaç duymaz mı? Kendi koşulları, gerçekliği ve varoluşu ile
belirli bir hedefe ulaşması mümkün olmayan tüm dezavantajlı gruplara dışarıdan
yardım zorunlu değil mi?”
Kadir “Hastanın ve
çocuğun interaktif olarak içinde olmadığı tedavi ve eğitim süreçlerinden de
hayır gelmeyeceğini kabul edersin her halde!”
Necmi “Valla,
ezilenleri bir aşamada sürece katmayan devrim teorisi olduğunu sanmıyorum.
Darbeci, jakoben, narodnik hatta goşist yapılar bile salt saray darbesinden söz
etmiyorlar. Öncülük, adı üstünde arkadan geleni varsayan bir kavram.
Tartışmanın konusu zamanlama ve öncünün rolünü kasmaması ile ilgili…”
Şükran “Yani, kimler ve
nasıl başlayacaklar?”
Feyza “Tabi ki, bizim
niyetimizden bağımsız olarak bir devrimci durumun varlığı gerekli…”
Necmi “Devrimin
objektif ve sübjektif şartları… Öncelikle anlamlı bir çoğunluk o şekilde
yaşamak istemiyor olacak ve genel bir yönetim krizi hali olacak.”
Şahin “Yani, insanların
onay verdikleri ve değiştirilmesi için çaba göstermedikleri sistemlere karşı
devrimcilik yapmak, yel değirmenlerine saldırmak gibi mi oluyor?”
Feyza “Eski çağlardan
beri süren kölelik sistemine Spartaküs’e kadar kitlesel bir başkaldırı olmadığı
için kölelik iyidir mi diyelim? Toplama kamplarında sessizce bekleyen Yahudiler
kaderleri ile barışık mıydı? Milyonlarca evde her gün şiddet gören kadınlar ve
çocuklar yaşadıkları hayatı onaylıyorlar mı? Bazen kandırılarak, bazen de
zorbalık ile umutları tüketildiği için çaresizce kaderini kabullenenlerin
sessizliği onay değildir!”
Necmi “İdeolojik
hegemonya, suni denge gibi kavramlar bu durumu anlatmak için kullanılır.
İnsanlar yeni bir dünyanın kurulabilmesindeki zorluklar, yönetenlerin emrindeki
güç, devrimcilerin güçsüzlüğü, egemen ideolojinin bütün zor ve ikna aygıtları
ile kesintisiz pompaladığı kaderci anlayışın yarattığı umutsuzluk ile düzene
biat ederler.”
Sinan “Bu biat halinin
yarattığı suskunluk ve durgunluğun ebedi olduğu düşünülür. İşte devrimcilik, bu
suskunluğun fay hattında biriken enerjiyi anlamak ve uygun koşullarda
tetikleyici sarsıntıyı başlatmak sanatıdır!”
Feyza “İnsanlar birçok
imparatorluğun yıkılacağına inanmadan yüzlerce yıl yaşadılar. Şimdi hiç biri
yok. Bastil Hapishanesi’nin önündeki askerler ya da Dünya Savaşındaki Rus
askerler silahlarını emredilenin tam karşı yönüne çevirene kadar, devrimcilerin
dışında kimse Fransız ve Rus Devrimlerinin olacağına inanmıyordu. 27 Mayıs
akşamı iş makinaları Gezi Parkına girdiğinde bir avuç aktivistin direnişi
sürerken biri bize ‘üç gün içinde milyonlarca insan ülkenin her yanında
destansı bir direniş başlatacaklar’ deseydi inanır mıydık?”
Şükran “Aslında
umutsuzluk yaratan cehalet, aynı zamanda yeni bilgilere açık olmak demek; ne
istediğini bilmemek, her seçeneği kabul edebilecek bir genişlik; omurgasızlık
dediğimiz esneklik her duruma uyum sağlama yeteneği demek. Yani umut da
umutsuzluğun içinde saklı…”
Feyza “Bacım,
diyalektiği şahlandırdın valla! Dibe vurmadan yükselinmiyor.”
Necmi “Ama dip dediğin
zeminin bataklık olup seni içine çekme ihtimalini de dışlamamak lazım. Yere
vurdum nasıl olsa bundan sonrası yükseliş deyip beklersen sonun hüsran
olabilir.”
Sinan “Dibe vurmak
objektif koşulların olgunlaşması demekse, örgütlü ağ yapıları ile trambolin
gibi tüm zemini kaplayarak yükselişe hatta sıçrayışa uygun hale getirmek de
sübjektif şartların gereği…”
Şahin “Arkadaşlar,
hepiniz okumuş yazmış, meslek sahibi ve önü açık insanlarsınız… Her
istediğinizi yapabilecek, her ihtiyacınızı alabilecek durumdasınız. Sizi
defalarca yarı yolda bırakan, yaptığınız ve kurduğunuz her şeyi gözlerini
kırpmadan ve zevkle yıkan, her fırsatta size düşmanlık yapan ve yardımınızı
istemeyen insanları kurtarmak için niye uğraşıyorsunuz?”
Sinan “Biz kimseyi
kurtarmaya çalışmıyoruz. Kendimizi kurtarmaya, hayatımıza bir anlam
kazandırmaya çalışıyoruz. Anlattığın gibi konformist ve bireyci bir yaşamı
yeterli bulsaydık devrimle ne işimiz olurdu. Zaten başkalarını kurtararak
kahraman olmak, modaya uymak, ilgi duyduğu birinin sevgisini kazanmak, sevdiği
birine öykünmek gibi dışsal nedenlerle devrimci olanlar çoktan yolu terk
ettiler ya da acilen terk etsinler.”
Feyza “Devrimcilik,
asıl anlamın yolda ve yolculukta olduğunu idrak edenlerin işi! İlla hedefe
varalım, hemen varalım diyen ‘skorcular’ çabuk yoruluyorlar ve bu insanlar
iyiliği hak etmiyorlar deyip dönüyorlar.”
Necmi “Oysaki iyilik
tek taraflı bir eylem ve hal’dir. Karşındaki hak ettiği için yaptığın şey
iyilik değil hakkını teslim etmektir. Bu seni kötü biri olmaktan koruyabilir
ama iyi yapmaz. İyilik, kötülük yapmamak hali değil iyilik yapma halidir. İyi
bir insanın hayatını anlamlı kılan budur!”
Şükran “Bir yaratıcı
tarafından anlamlandırılmamış hayata insan eliyle anlam kazandırma çabasından
sonuç alınabilir mi? Hele ki bu anlamın bizzat kendi yarattığın yapay bir şey
olduğunu bilmene rağmen...”
Şahin “Allah razı olsun
Şükran! İnsanları tanrısız iyiliğe nasıl ikna edeceklerini kendileri
düşünsünler.”
Feyza “Öncelikle, tanrı
var yok tartışması ile sömürüyü unutturmaya çalıştığınız ‘cambaza bak’
numaranızı artık yemeyiz. Tanrı olsa da olmasa da bu sömürü düzeni bitecek!
Tanrı fikrini insanlığa karşı suç işlemek ve sömürü düzenini sürdürmek için
istismar etmenin dışındaki her türlü inanç ve ibadetin güvencesi biziz...”
Necmi “Ahlak ve iyilik
anlayışları da tarihseldir. Değişmez ve özünde kötü bir insan doğasının olduğu
yolunda yaygın bir kanı vardır. Oysaki insan doğası potansiyel olarak olası
bütün seçenekleri içeren yapısı ile içine konulduğu kabın şeklini ve rengini
alan su gibidir. Bütün renk ve şekilleri alabilir ama kendi başına bir rengi ve
şekli yoktur. Bu nedenle potansiyel olarak her şeydir ama içinde bulunduğu
kabın şekline yani toplumsal koşullara göre görünür hale gelir. İnsan doğasının
kötü olduğunu söyleyenler, aslında insanın içindeki potansiyel kötüyü görünür
hale getirecek şekilde işleyen toplumsal dinamiklerden söz etmektedirler.”
Kadir “Hani şu
Kızılderili sözü gibi: İçinde kavga eden siyah ve beyaz kurttan hangisini
beslersen o kazanır!”
Necmi “Aynen! Toplumu
oluşturan bireylerin çoğunluğunun davranış kalıplarının çoğu yerleşik değerlerin
ortalaması etrafında şekillenir. Kötülüğün maddi ya da manevi olarak
kazandırmadığı, kötülük yapanın kabul görmediği; aksine saygı, itibar, onur,
şeref açısından eksikli kabul edildiği ve makam, mevki, unvan, gelir, yaşam
koşulları açısından kısıtlandığı bir toplumda insanlar, marazi durumlar
dışında, neden kötü olsunlar?”
Şükran “Ben şu hayatın
anlamı meselesine takıldım...”
Sinan “Eğer dışarıdan
hazır olarak verilmiş bir anlam olmadığını kabul edersek seçeneklerimiz
nelerdir? Anlamsız yaşamak, intihar etmek ya da kendi anlam dünyamızı
oluşturmak… Anlamsız yaşamak gerçek bir seçenek değil. En azından bu soruları
soracak kadar hayatla ilgilenen hiç kimse bitkisel hayatı tercih edemez.”
Feyza “Şahin konusunda
rezervlerim var!”
Şahin “Hayatım anlamsız
ama para bende bebek!”
Feyza “Hayatın
anlamının para ile satın alınabileceğini sanacak kadar aptal olmanın dayanılmaz
hafifliği!...”
Kadir “İkinizi bu
dertlerden, dünyayı da sizden kurtaracak olan ikinci seçenek olan intihar
konusunda kimse kimsenin elini tutmuyor. Bir zamanlar nihilistlerin cesurca
denedikleri bu yöntem de anlam tartışmasına kesin bir cevap oluşturuyor. Maçası
yiyene!”
Necmi “Kendi anlam
dünyamızı oluşturmak, Şükran’ın dediği gibi yapaylık ve yabancılaşma tehlikesi
içeriyor gibi görünse de; kendi ürünümüzün bizden kopup aşkın bir nitelik
kazanarak bize rağmen bizi etkilemesi anlamında yabancılaşma tehlikesi
olmadığı, hatta olası tüm yabancılaşmaları hayatımızdan uzaklaştıracağını
söyleyebiliriz. Yapaylık konusunda da öz saygısı ve öz güveni olan bireyin
kendi ürününe de saygı ve güven duyacağı açıktır.”
Sinan “On beş milyar
yıldır var olan evrene bir kez geldik ve şanslıysak ortalama seksen yıl
yaşayacağız...”
Şükran “Öbür dünya ve
reenkarnasyon seçeneklerine hiç mi şans tanımıyorsun?”
Sinan “İsteyen hesaba
katsın… On beş milyar yıldır bizsiz var olan evrenin, bizi tanıdıktan sonra
asla bırakmayacağı, şu veya bu şekilde varlığımızı sürdüreceği, bizsiz bir
gelecek tahayyül edilemeyeceğini düşünenlere kolaylıklar dilerim!”
Necmi “Freud’a göre
insanoğlu iki travma ile baş edemiyor: Birincisi Dünya’nın evrenin merkezi
olmak bir yana, sonsuz büyüklük içinde ihmal edilebilir bir nokta olması;
diğeri ise insanın evrim yoluyla ilkel formlardan gelmiş olması. Bu gerçeklerle
yüzleşmeden anlamlı bir hayat yaşayamazsın!”
Feyza “Fromm’a göre de
ilk ‘neden?’ sorusunu soran atamız bitimsiz trajedimizi başlattı… Güçsüzlüğün
ve yalnızlığın dayanılmaz hali olarak özgürlük serüvenimiz başladı.”
Kadir “Bu güçsüzlük ve
yalnızlıkla baş etmenin yolu da iyi ve kötü arasında tercihimizi yapıp
hayatımıza anlam katmak, öyle mi?”
Necmi “Evet! Ama
özgürlük zorunluluğun bilincine varmaktır. İnsan bireysel veya kolektif özne
olarak her ne yapıyorsa verili koşullar içinde yapar. Tarihsel olarak sürekli
değişen koşullardan bize denk gelen yirmi birinci yüzyıl kapitalizmin,
emperyalizmin, gericiliğin, savaşın, yoksulluğun, eşitsizliğin hüküm sürdüğü
bir dönem. İyilik ve kötülük kavramları bu temelde anlam kazanıyor.”
Feyza “Yani bu
kavramları kullanmadan önerilen iyiliklerin, yapanların insafına bağlı,
kazanılmış hak oluşturmayan ve sistemleşmeyen, sadaka vererek günah çıkartmaya
ve ezilenleri şükürcü zihniyete hapsetmeye yarayan sahte iyilikler olduğunu
görmek gerekir…”
Şahin “Yani ölmekte
olan denizyıldızını denize atmak için uğraşmayalım mı?”
Sinan “Tabi ki uğraş.
Her can kutsaldır. Korunması ve kurtarılması için her çabaya değer. Ama
denizyıldızlarının sürekli karaya vurması ve ölmeleri halinde sorunun yapısal
boyutu ile ilgilenmeden tek tek kurtarma çabaları da iyilik gösterisine
dönüşüyor. Bataklığı hiç dert etmeden sineklerle uğraşmanın samimiyeti de
sorgulamaya açık değil mi?...”
Şükran “Arkadaşlar,
muhabbet çok güzel ama yavaş yavaş kalkmamız lazım.”
Sinan “Hatta hızlı
hızlı kalkmamız lazım.”
Şahin “Hesabı
istiyorum. Alman usulü yapıyoruz, değil mi?”
Feyza “Hayır! Alman
usulü herkesin yediğini ödediği yönteme deniyor. Biz komün usulü yapıyoruz.
Herkes ne varsa ortaya koyuyor!”
Şükran “Bu dediğin
imece değil mi?”
Necmi “Aynen! Herkesten
yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre!”
Şükran “Bizim imece
dediğimiz komünizm miymiş?”
Feyza “Ha şunu
bileydin! Yarın yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber, ne anlama
gelebilir ki?...”
Şahin “Giderayak
propagandadan vazgeçemedin yine!”
Necmi “Seneye görüşmek
üzere arkadaşlar!”
Sinan “Haziran’da
olsun...”
Feyza “Bize bütün aylar
Haziran!”
******
(*)Şiirin açıklaması:
Artık
tüm yürekler yıldızlara yürüyenlerin devrim şehitliği
Nabız
atışları göz nurundan gez’i ruhundan arpacık ucundan
*Göz,
gez, arpacık; ateşli silahların nişan yoludur. Gez, atıcının gözüne yakın olan,
genellikle ‘v’ şeklindeki kısımdır. Arpacık ise silahın namlusunun ucuna yakın
olan çıkıntıdır.
Evrenin
anası büyük patlama ile sonsuzluğa sıkılan isimlerdi
Hep
yeniden doğan Anka’ra Kuşunun kanatlarına kazınan
Anka Kuşu; küllerinden yeniden doğan efsanevi kuş.
Kanatlarını değdirerek her türlü yara ve hastalığı iyileştirdiğine inanılır.
Sıcak
ekmek gibi yaşamı kar buz kestireceklerin inadına
On’ların
Ekim’inde toprağa düştü yüzyediverenler de
Bu
ilk Ekim’i değildi ki toprağın buluşmasının tohumla
Tarih
yazdı on’u yedi geçiyordu ilk orak çekiçlisinde de
İlk sosyalist
devrim olan Rus Devriminin tarihi 17 Ekim 1917’dir.
Onbeşler
denizin karasına ekti umudu Onlar derenin kızılına
Onbeşler;
Kurtuluş Savaşına katılmak için Karadeniz’den gelen Türkiye Komünist Partisi
lider kadrosundan 15 komünist 1921 yılında Karadeniz’de öldürüldü. Mustafa
Suphi, Ethem Nejat, Kazım Ali, Bahaeddin, Emin Şefik, Cemil Nazmi, Kazım
Hulusi, Halitoğlu Mehmet, İsmail Hakkı (Topçu), Hayreddin, Mehmet Ali, Dr.
İsmail Hakkı, Maksut, Mustafaoğlu Mehmet, ve Çitoğlu İsmail.
Onlar;
1972’de Deniz’lerin idamını engellemek için kaçırdıkları nato görevlileri ile
birlikte Tokat’ın Kızıldere Köyü’nde öldürülen 10 devrimci: Mahir Çayan, Hüdai
Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım
Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp.
Ser
verenler dağa ekti direnci Dörtler ateşe kesmiş zindana
Ser
verenler; İbrahim Kaypakkaya TKP/ML TİKKO’nun kurucusudur ve “ser verip sır
vermeyen yiğit” olarak anılır. 1973’de Tunceli/Vartinik Köyü/Mirik Mezrası’nda
çatışma sırasında Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, Kaypakkaya yaralı
olarak çatışma alanından uzaklaşmış ancak beş gün sonra yakalanmıştır. Dört
aylık sorgulama ve işkence sürecinden sonra 18 Mayıs 1973’de öldü.
Dörtler;
1982’de Diyarbakır Cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için
kendilerini yakan 4 PKK’lı: Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref
Anyık.
Bu
Nazım saygıdır Suphi zamanlarda ekilen tohumun Hakkı’na
Nazım;
şiir, komünist şair Nazım Hikmet.
Suphi;
sabah ve şafak vakti ile ilgili, TKP’nin kurucu genel başkanı Mustafa Suphi
Hakkı;
Onbeşler’den iki İsmail Hakkı.
Bir
maraba da Ali İşçi’den Emek’çiden esen yele Boran’a
Maraba; yasaklı
dönemlerde yurt dışından yayın yapan TKP’nin yayın organı Bizim Radyo’da hem
“merhabalar” hem de “kır emekçileri” anlamında kullanılan söz.
Ali;
ulu, büyük, TİP genel başkanı Mehmet Ali Aybar.
Boran;
şiddetli kar, fırtına, kasırga, TİP’in son genel başkanı Behice Boran.
Mahir
bir ustanın işlediği Cevahir’in Saffet’li Ayna’sı
Mahir; uzman,
usta, Kızıldere’de öldürülen Mahir Çayan (THKP/C).
Cevahir;
değerli taş, mücevher, 1971’de İstanbul/Maltepe’de Mahir Çayan ile
saklandıkları evde öldürülen Hüseyin Cevahir.
Saffet;
temiz, arı, Kızıldere’de öldürülen üsteğmen Saffet Alp (THKP/C).
Ayna;
foya, ziynetlerde taşın arkasına sürülen boya, Kızıldere’de öldürülen Ömer Ayna
(THKO).
Cihan’ı
Gezmiş bir Yusuf’çuğun kanadında şavkır
Cihan; evren,
dünya, Kızıldere’de öldürülen Cihan Alptekin (THKO).
Gezmiş;
1972’de idam edilen THKO’nun kurucularından Deniz Gezmiş.
Yusuf(çuk);
sadakat ve sevgi kuşu, 1972’de idam
edilen THKO’nun kurucularından Yusuf Aslan.
İnan
Ulaş’maya Kadir’dir dağ ateşinin Mine’li Kıvılcım’ı
İnan; 1972’de
idam edilen THKO’nun kurucularından Hüseyin İnan.
Ulaş;
1972’de çatışmada öldürülen Ulaş Bardakçı (THKP/C).
Kadir;
güçlü olmak, gücü yetmek, 1971’de Nurhak Dağlarında öldürülen Kadir Manga
(THKO).
Mine;
metal eşya üstüne vurulan renkli cam katman, 1982’de İzmir/Urla’da öldürülen
Devrimci Yol militanı Mine Bademci.
Kıvılcım(lı);
TKP’den ayrılarak Vatan Partisi’ni kuran Doktor Hikmet Kıvılcımlı.
Kayanın
kaypağından seken Yıldız misali menzile varır
Kaypakkaya;
TKP/ML TİKKO’nun kurucusu İbrahim Kaypakkaya.
Yıldız;
1973’de çatışmada öldürülen Ali Haydar Yıldız (TKP/ML TİKKO).
**********