Ana içeriğe atla

18. MEKTUP (ÜTOPYALAR GERÇEK Mİ?)

                                                        


Anlatılanların 'makul, meşru ve mümkün' olduğunu somutlamak için yazıldı...

CANIMIN İÇİ KIZIMCIM! (18)

 

Mektup serisinde aklımıza gelen her konuda ‘sörf’ yaptık. Sol, devrim, sosyalizm konularında ‘aklımıza gelen’ her şeyi, yalnızca ‘tutarlı olmak’ kaygısı gözeterek karaladık (Umarım yalnızca ‘çalakalem yazmak’ anlamında karalamışızdır!). 

Sosyalistler ‘kurulabilir ve sürdürülebilir’ bir sosyalist düzeni kitlelere anlatabilmek için önce ‘kendilerini’ ikna etmek zorundalar. Sosyalistler tarafından ‘inanarak’ anlatılmayan ve tasarlanmayan bir ‘sosyalizm umudu’ kendiliğinden ortaya çıkmayacaktır. Şu anki haliyle ‘asr-ı saadet/ öte dünyadaki cennet’ kıvamındaki soyut göndermeler yeterince ikna edici gözükmüyor.

Bir yandan da ‘cenneti -ütopyası- olmayan dine’ kimse inanmıyor. Devrimciler ‘kahinlik’ yapmazlar ama programatik hedefleri vardır (Satranç oyuncusunun on hamle sonrasını ‘görmesi’ kehanet değil ‘rasyonel öngörüdür’). Tarih bu günü anlamak için gerekli denir ya… İlericilik de bugünü de ‘anlayarak belirlemek’ için geleceği ‘tasarlamak’ anlamında düşünülmelidir. 

Mektupların neredeyse tümünde ‘devrim ve sosyalizme’ ilişkin imkanları aradık. Bu nedenle (özellikle 17.mektupta) çok konuştuğumuz (sol, sosyalizm, devrim, emperyalizm, öncü, birlik, Kürt Sorunu, Ekim Devrimi, ‘Kesintisiz devrim sürecinde kültür devrimini öne alan bir politikleşmiş devrim’) konuları dışında, daha ‘geleceğe’ bakalım. Bu halimiz değişmez bir fıtrat mıdır? ‘Sosyalist insan ve toplum’ olur mu, iyi ve etik bir varoluş tarzı mıdır, gerçekten insanın ‘kurtuluşu’ mudur?

Son günlerin ‘meşhur’ cümlesiyle “İmkansız görünen düşüncelerin zamanı gelmiş midir?” Talepler ve beklentiler gerçekten imkansız mı?

Konunun değişik boyutları ve karmaşıklığı nedeniyle uzman görüşüne ihtiyaç duyulan bir alandayız. Ancak, uzmanlaşma ve işbölümü, çoğu yerde sorun çözücü olmakla birlikte; toplumun genelini ilgilendiren konularda ‘yabancılaşmayı’ engelleyecek ölçüde görüş beyan etmenin katılımcı ve doğrudan demokrasinin de gereği olduğu dikkate alınarak herkesin sözünü söylemesi gerekir. Bizimki ‘ev ödevi’… Okuduğunu anlamış mısın, doğru öğrenmiş misin? ‘Sosyalizm, devrim falan diyorsun ama gerçekte ne diyorsun?’ sorularına ‘şahsi’ yanıtlar; yanlış bildiğimizi düzeltmek, az bildiğimizi çoğaltmak için bir girişim… Öğretmek değil, öğrendiğini paylaşmak…

‘Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz’ sözü ve 11. Tez, çözüm arama ve üretme pratiğinden asla kopmamak; ama bulduğunu anlamak, bulduğunun ‘farkında’ olmak için de ‘ne aradığını bilmek’ anlamına geliyorsa, aramaktan ve anlamaktan vazgeçmeyen ‘yolculuğun’ hiç bitmemesi dileğiyle…(Mayıs 2022)

1. Marksizmin ‘son tahlilde’ amacı; sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada, insanların temel ihtiyaçlarının toplumsal olarak sağlandığı, bireysel yeteneklerini sonuna kadar geliştirebilecekleri bir dünyanın kurulmasıdır. İnsanlığın evrimsel gelişimi içinde ‘potansiyel’ olarak gerçeklik kazanan ama kapitalist sistem tarafından açığa çıkması engellenen ‘imkan ve yetenekleri’ özgürleştiren bir toplumsal düzen… İnsanı (insan olmasını sağlayan doğayı ve tüm diğer canlıları) değerden düşüren koşulların değiştirilmesini, Kant’ın ‘mutlak buyruğu’ gibi, mutlak ve koşulsuz görev olarak kabul eden bir amaç…

2. Sınıfların ortadan kalktığı, devletin sönümlendiği (bu anlamda demokrasi ve siyasetin de anlam değiştirdiği), insanın insanla (uzlaşmaz) çelişkisinin bittiği, bütün bunlar için verilen mücadelelerin de silikleştiği bir dünya… Devrimciler (sözcüğün semantiği nedeniyle) çok ‘aktivist’ bir hayatı çağrıştırıyorlar. Devletin sönümlendiği bir dünyada, bugünkü anlamıyla siyasal mücadelelerin de gereksizleştiği, ‘günlük hayatın yeniden üretimi’ bağlamında katılımcı bir ‘demokratik siyasetin’ yeterli olduğu, ‘yönetim’ pratiklerinin çoğunun yerinden ve doğrudan karar alma yöntemi ile çözüldüğü bir dünyanın ‘aktivizmini’ anlamaya çalışalım!

3. Düşünce deneyi yapalım: Devrim yapılmış, emperyalizm yenilmiş (yani savaş, mültecilik, faşizm vb. riski çok azalmış), kendini tehdit altında hissetmeyen bir düzen kurulmuş; küresel ısınma, nükleer risk, çölleşme, kuyruklu yıldız çarpması vb. ‘dışsal’ tehlikeler de yokmuş! Bu gezegende kurulabilecek ‘cennet’ nasıl olabilir ve  ‘hayatın olağan akışı içinde’ insan yaşamı nasıl olabilir? (Gelecekçi ol imkansızı iste / Bugünün imkanları imkansızdı geçmişte)

Marx, burjuva iktisatçıları tarafından örnek olarak kullanılan Robinson Crusoe’yu “üretim sürecinin gerçek temsilcisi olmayan bir münzevi” diye tanımlar. Toplumsal bir olgu olan üretim sürecini ‘yalıtılmış bir birey’ üzerinden anlatmanın yanlışlığı vurgulanıyor.

Benzer bir yaklaşımı ‘toplumsal olarak gerekli emek zaman’ tanımında bulabiliriz: Ortalama üretkenlik potansiyeline sahip araçlarla çalışan, ortalama beceri ve üretkenliğe sahip bir işçinin belirli bir metayı üretmesi için gerekli emek zaman miktarı. Toplumsal üretim karmaşık ve bileşik emek gücüyle yapılır. Bir işçi bir metanın üretimini bir saatte yaparken diğeri beş saatte yapabilir. Ancak, ürünün fiyatı ‘toplumsal olarak gerekli’ emek zamana göre belirlenir. Tekil işçilerin performansları üzerinden üretilen ‘anekdotal’ anlatımların ‘bilimsel’ içeriği tartışmalıdır.

Biz de (ütopik metaverse’imizdeki avatarımızın) ‘toplumsal ortalamayı’ yansıtan bir ‘birey’ olduğunu varsayarak ‘yeryüzü cennetindeki’ yaşamı tasavvur etmeye çalışalım.

4. Yaşam ağacının yeşili karşısında teorinin grisini aşamayacağımız çok belli. İnsana ait olan hiçbir şeye uzak kalmadan ‘toplumsal yaşam içinde bir birey’ anlatısının denizde damla olacağı da çok açık. Yine de olası bütün kaotik durumları askıya alan, ‘ortalama’ üzerinden meramını anlatmaya çalışan bir ‘olay örgüsü’ kurgulayalım. Özgürlük ancak mücadele içinde mümkündür! ‘Yaşamak ve ayakta kalmak’ mücadelesinin bittiği bir dünyada ‘yaşam enerjisi ve sevincini’ doğuran kaynakların kuruyacağı beklenir. Bu beklenti, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde en başta sayılan ‘fizyolojik ihtiyaçlar’ (beslenmek, cinsellik, uyku, boşaltım) ve ‘güvenlik ihtiyacı’ (beden, iş, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği) başlıklarında ‘sıkışıp kalmış’ olanlara aittir. Devamında sayılan ‘Ait olma, sevgi, sevecenlik ihtiyacı’,  ‘Saygınlık ihtiyacı’ ve ‘Kendini gerçekleştirme ihtiyacı’ mücadelenin süreceği ve ‘yaşam sevincinin’ fışkıracağı alanlar olacaktır.

5. Bir anne adayının gebe olduğunun öğrenildiği andan itibaren;

*Yerelleşmiş ilk derece sağlık merkezleri (aile ve işyeri hekimi, halk sağlığı merkezi, mahalle ve işyeri meclislerinin ‘sağlık’ komiteleri…) tarafından işbirliği içinde planlanan periyodik sağlık kontrolleri,

*Olası acil sorunlar ve yerelde çözülemeyen (ileri teknoloji gerektiren) tetkik, tahlil ve girişimler için hastane, uzman hekim, ulaşım ve ambulans gibi konularda ‘kriz planlaması’,

*Beslenme ve gündelik ihtiyaçların karşılanması konusunda; mahalle gençlik komitesi, genç gönüllü, (kabahat, tazmin vb. karşılığı) kamu hizmeti, kamusal temizlik ve bakım hizmeti gibi kesintisiz ve yeterli ‘lojistik’ desteğin planlanması,

*Hijyen ve öz bakım konusunda; ihtiyaç halinde müdahale edebilecek ‘gönüllü, dönüşümlü ya da görevli’ ekipler; sosyal hizmet, çocuk gelişimi, hemşirelik vb. öğrencilerin staj uygulamaları, öğrencilere part-time iş,

*Huzurlu ve stressiz bir ortam, zararlı alışkanlıklar ve alışılan ‘yaşam ritminden’ mahrumiyet konusunda psikolojik destek,

*Yasal güvence altında yeterli ve gerekli gebelik izni, iş yerindeki çalışma planlamasında etkin ve kolaylaştırıcı bir ‘pozitif ayrımcılık’,

*Doğum konusunda, tıbbi olarak gerekli ve yeterli her türlü imkanın seferber edilmesi; tıbbi olarak kabul edilen doğum yöntemleri arasında seçim hakkı,

**Yukarıda sayılan ‘hakların’ tümünün kamusal, ücretsiz, eşit ve nitelikli olarak sunulması ‘insan onuruna uygun bir yaşam’ için yetmez mi? Hangisi yapılamaz, kaynaklar ve imkanlar hangisi için yetersizdir? Bu hizmetleri hak etmeyen bir birey/grup olabilir mi? Bu hizmetlerin sunumunda tahsil, meslek, konum, kişisel özellikler, makam, mevki vb. gözetilerek (özel bakım gerektiren durumlar haricinde) ‘daha iyisini /kötüsünü hak edenler’ ayrımı yapılabilir mi?

**Olası itiraz 1: Beş parmağın beşi bir değil! Ceza ve ödül olmadan toplum yaşamı sürdürülemez. Ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa, aynı haklardan ve konfordan yararlanacaksan emek, çaba, hırs, azim vb. gereksizleşir ve toplumun ‘yaşam enerjisi’ sönümlenir.

Yanıt 1: Bu bakış açısının ‘gerekli’ olduğu kabul edilse bile, ‘ebeveynler’ için geçerli olabilir. Henüz doğmamış, fiili ve icrai bir ‘etkinliği’ olmadığı için ödül-ceza bağlamında ‘değerlendirme’ yapma şansı olmayan ‘doğmamış çocuğa’ fırsat eşitliği sağlamak gerekir. En azından ‘yarışın’ başlangıcında aynı çizgiden başlatmak, hiçbir koşulda gerisine düşülemeyecek ‘kırmızı çizgi’ olarak kabul edilmelidir.

**Olası itiraz 2: Kendi haline bırakıldığında bile (milyonlarca yıldır) dengesini bulan gebelik süreci için bu kadar ‘kamusal’ kaynak ve insan gücü ayırmak abartılı değil mi? ‘Reklam kokan hareketler’ gibi, yeni düzene destek arayan ‘popülizm’ yapılmıyor mu?

Yanıt 2: Maddi kaynakların ve toplumsal müştereklerin kar ve ranta dayanan özel mülkiyete tahsis edildiği toplumların ‘kaynak tahsis anlayışı’ ile toplumsal adalet ve eşitlik için kaynakları dağıtan bir sistemin ‘kaynak sorunu’ çok farklıdır. Yalnızca bakış açısını ve öncelikleri değiştirmek bile ‘devasa’ bir kaynak yaratacaktır. Bilimin ‘toplumsal ihtiyaçlar’ için kullanılmaya başlanması, ‘değişim değerinden’ çok ‘kullanım değeri’ odaklı bir tüketim kültürü, demokratik planlamaya dayanan üretim; militer, bürokratik ve lüks tüketimin azalması ile ‘yeterli kaynağın’ bulunacağı açıktır. Ayrıca, toplumun (ve türümüzün) devamını sağlayan çocuklara (gebelikten başlayarak yapılan) yatırım, ‘popülizm’ değil, en ‘rasyonel’ yatırımdır. Gebelik dönemindeki ‘koşulların’ çocuğun geleceğini ‘ciddi’ biçimde etkilediğine dair bilimsel bilgiler artmaktadır.

6. Hoş geldin bebek, yaşama sırası sende…

*Tam teşekküllü bir sağlık merkezinde, her türlü tıbbi gerekliliğe uygun olarak doğan ve hastaneden çıkabilecek duruma gelen bebek; öncelikle ‘insan onuruna yaraşır’ bir konutta yaşam hakkına sahip olmalı. Yeterli büyüklükte, yangına ve doğal afetlere dayanıklı, güvenli, engellilerin kullanımına uygun, ısı yalıtımlı, kullanılabilir temiz su/elektrik/telefon/internet bağlantıları vb. niteliklere sahip bir ‘yuva’… 

*Ebeveynsiz kalma durumunda; önceden belirlenmiş koruyucu aileler, evlatlık edinme, kamusal bebek bakım merkezleri gibi alternatif çözümlerin hemen uygulamaya geçirilmesi,

*Kendine ait bir oda, (tercihe bağlı olarak) yetkili ve sorumlu yerel birimler (bakanlık yerel teşkilatları, mahalli meclis ve komiteler, gönüllü sivil toplum kuruluşları, ilgisine göre meslek örgütleri, sendika ve kooperatifler) tarafından çocuk odası teşrifatı, beşik, puset, çocuk arabası, bakım ve temizlik seti, alt bezi vb. ihtiyaçların temini,

*Gelişim evresine uygun beceri, zeka ve yetenek geliştirici oyuncaklar,

*Genel sağlık ve aşı kontrolü,

*Beslenme ve fiziksel gelişim kontrolü,

*En az bir yıl anne ve/veya babalık izni sayesinde, yaşamın ilk dönemini en yakınlarıyla geçirme şansı,

**Böylece ilgi, sevgi, emek, zaman açısından hiçbir açlığı olmayan; sağlıklı bir konutta ve kendine ait odasında yaşayan; ailenin ve toplumun tüm imkan ve kaynaklarından yararlanan; yeteneklerini denemek ve geliştirmek konusunda sorunu olmayan; milliyetçi saiklerle nüfusu arttırmak, aileyi büyütmek, genç emekçi ihtiyacını karşılamak… gibi ‘sayısal’ nedenlerle değil, yalnızca çocuk sahibi olmak isteyen ve bu sorumluluğa hazır olduğunu hissedenler tarafından bir ‘insan, evlat, çocuk’ olarak Dünya’ya getirilecek çocukların yaşadığı bir dünya kurulamaz mı? Önerilenlerin hangisi insanın ‘fıtratına’ aykırı olarak düşünülebilir? Bu imkanların altında ya da üstünde olmayı hak edenler var mıdır ve neden?

**Olası itiraz 1: Bütün bu imkanlar (Avrupa’daki gurbetçilerin çocuk yardımı için çok çocuk yapmaları gibi) nüfus artışını körüklemez mi? Daha iyi bir ev, ebeveynlik izni gibi imkanlar ‘cazibe’ yaratmaz mı?

Yanıt 1: Bu da ‘analojik’ bir bakış açısı. Kamusal her imkanın ve müştereklerin ‘istismar’ edileceğine ilişkin ‘liberal’ bir sabit fikir. Her yere ‘su sebili’ koyduğunuzda, gerçekten susamış insanlar dışında, kaç kişi ‘nasıl olsa bedava’ diyerek su içer (Merak duygusu, deneme güdüsü, bedavacılık vb. nedenlerle bir geçiş dönemi yaşansa da ne kadar sürebilir)? İhtiyaçları ‘gerçekten’ karşılanan ve gelecekte de karşılanacağından emin olan bir insan, hangi ‘saikle’ daha fazlasının peşinden gider. Yaşanacak bir hayatı, gerçekleştirilecek ve geliştirilecek bir ‘kendisi’ olan kaç kişi çok çocuk ister. Ayrıca, her şeye rağmen ‘istismar’ edileceği düşünülen imkanlara ‘sınırlama’ getirmek de mümkündür.  

7. Kreş zamanı…

*Her çocuk, örgün eğitim başlayana kadar kreşe gitme hakkına sahip olmalıdır. Kreş hizmeti, yalnızca çalışan annelerin iş yaşamını kolaylaştırmak amacıyla değil; çocukların sosyalleşmesi, toplumsal bir kimlik ve aidiyet kazanmaları, psikolojik ve pedagojik olarak kişiliklerinin şekillendiği en etkili dönemi ‘toplumsal ve bilimsel’ bir atmosfer içinde geçirmeleri açısından da gereklidir.

*Kişiliğin şekillendiği 0-6 yaş arasında; ailelerin inanç sistemleri, geleneksel değerleri, birikim ve donanımları, akıl ve ruh sağlıkları gibi ‘rastlantısal ve kaotik’ koşullar altında şekillenen çocuklar, kişiliklerini geliştirmek ve değişmek için ‘yeterli’ altyapıyı bulamayabilirler.

*“Eğitim her şeyin başıdır” sözü en doğru klişedir ve ‘yenidünya insanının’ oluşması için vazgeçilmez bir süreçtir. En genel anlamda kolektif bilince sahip, insanların ve bütün ulusların eşitliği ve kardeşliğine inanan, hayatı anlamanın ve sorunları çözmenin tek yol göstericisinin bilim olduğunu algılayan, her konuda yeteneklerini açığa çıkaran ve özgürce geliştiren, sınıfsız toplum idealini paylaşan bireyler yetiştirmek amaçlanmalıdır.

*Gösteriş, şatafat, yüceltme, tören gibi tavırların günlük/normal/olağan yaşama ‘yabancılaştırıcı’ etkilerinden uzak; dayanışma, paylaşma, kolektif yaşam, toplumsal aidiyet ve sosyalizme bağlılık ‘üreten’ bir pedagoji uygulanabilir.

*Ancak, kreşlerin ‘eğitim’ yuvası niteliğine fazla vurgu yapmak, ‘distopik’ bir atmosfere neden olabilir. Asıl olan ‘mutlu ve neşeli’ bir çocukluk yaşatmaktır. Düzen, disiplin, hiza, benzeşme gibi kavramlar distopya literatüründe baskındır. Kusursuzluk, ‘tıkır tıkır işleyen saat’ gibi bir toplum, aşırı hijyenik ve titiz günlük yaşam, kurallarla örülü bir dünya, değişmeyen bir ritim ile aksamadan ve topluca akan yaşam hayali ile ‘toplama kampı’ arasındaki fark çok azdır.

            *Özellikle erken dönem eğitimin oyun ve hayat içine yedirilmesi; gündemsiz ve müfredatsız şekilde (katılımcıların önerisi, ihtiyacı ya da merakı doğrultusunda) spontan etkinlikler; yaş grubuna uygun çizgi film, belgesel vb. görsel malzemeler; doğa ve müze gezileri; toplu taşım kullanımı, sinema-tiyatroya gidiş, park ve huzurevi ziyaretleri gibi (bedensel iş-zihinsel iş ayrımını ortadan kaldıran) ‘politeknik eğitim’ yöntemlerine ağırlık veren ‘keyifli, sevinçli ve çocuksu’ zaman geçirilen, ‘dolu dolu yaşanmış bir çocukluk’ tadında anıların biriktirildiği bir dönem olmalıdır.

            *1-6 yaş arasını bu koşullarda geçiren çocuk, aile içinde birbirine benzeyen insanların ‘kısıtlı’ dünyası içinde ‘tek boyutlu’ bir gelişim yerine kozmopolit bir yapı içinde ‘farklıların bir aradalığını’ deneyimleyecektir.

*Aile dışındaki dünyayla erken tanışan çocuğun ‘ilk anıları’ bile toplumsallaşacak, ‘kan bağı’ dışında ilişki ve aidiyetler geliştirerek ‘geniş insanlık ailesinin üyesi’ olma bilinci gelişecektir.

*Tüm çocukların benzer koşullarda yaşadığı bir çocukluk dönemi içinde şekillenen ‘kişiliğin’ sosyalleşme, paylaşma ve dayanışma duyguları da artacaktır.

*Ailenin ‘dar kalıpları’ dışında toplumsallaşan eğitim, çocuğun yetenek ve potansiyelinin açığa çıkması konusunda ‘erken’ bir imkan yaratacaktır.

*Belirli bölgelerde ‘nöbetçi kreş’ uygulaması ile 24 saat bakım imkanı yaratılabilirse ebeveynlerin ‘sosyalleşmesine’ ciddi katkı sağlanır.

**Önerilenlerin hangisi insanın ‘fıtratına’ aykırıdır? Bu imkanların ve yöntemlerin daha azına ya da çoğuna ‘müstehaklık’ düşünülebilir mi? İmkansız, uygulanamaz, işe yaramaz denebilecek nitelikte öneri var mı?

**Olası itiraz 1: Sistemin ‘pedagojik’ bakış açısı ne olursa olsun, çocuğun gelişim evresinde kreş zorunlu tutulmamalıdır!

Yanıt 1: Sosyalist sistemde ‘sömürme ve suç işleme’ dışında yasak olmamalı. Ancak, her toplumda ve her sistemde ‘toplum sözleşmesi’ yapmadan (yazılı ve yazısız hukuk oluşturmadan), ödül/cezaya dayalı bir düzen kurmadan toplum halinde yaşamak olanaksızdır. Kamusal alanlarda ‘herkesi’ bağlayan kurallar zorunludur. Toplumsal gelişmenin ve sistemin önündeki ‘tehditlerin’ azalması ile doğru orantılı olarak, kuralların yerini özgürlüklerin alacağı (devletin sönümleneceği) beklentisi haklıdır. Bu bağlamda, kamusal düzenlemelere uymaktan kaçınanlar, düzenlemenin getirdiği haklardan vazgeçmiş ve yerine getirmedikleri kamusal yükümlülüklerin yasal sonuçlarını kabul etmiş sayılmalıdırlar.

Ailelerin, çocuklarını ‘kendi kültürlerine’ göre yetiştirme hakları reddedilemez. Ancak bu hak ‘rakipsiz ve alternatifsiz’ bir şekilde kullanılamaz. Aileler, çocukların ‘mutlak’ sahipleri değildir. Toplumsal ve kamusal eğitimin yanı sıra ‘kendi’ kültürlerini de çocuğa verebilirler. Seçme yeterliliğine ulaşan her çocuğun ‘seçebileceği’ alternatiflerin öğrenilmiş ve sindirilmiş olması gerekir. Aile ve toplum, konusu suç oluşturmayan (meşru, kabul edilebilir) fikir ayrılıkları hakkında (deyim yerindeyse) çocuğun önünde ‘münazara’ yaparlar ve çocuk seçimini kendi yapar. Taraflardan birini yasaklamak ya da etkisiz kılmak yanlıştır. Yani, devletin çocuğu doğumundan itibaren yalnızca ‘kamusal ve toplumsal’ yöntemlerle yetiştirme talebi de, ebeveynlerin çocuğu ‘yalnızca’ kendi bildikleri gibi yetiştirme istekleri de yanlıştır.

**Olası itiraz 2: Eğitimin hedefleri olarak belirlenen başlıklar çok ‘ideolojik’ değil mi? Bir ‘resmi ideoloji’ yarattığınızda, yıktığınız düzenden ne farkınız kalır?

Yanıt 2: Bu amaçlar ‘çok ideolojik’ bulunabilir. Ancak ‘değerler eğitimi’ her halukarda ‘ideolojiktir’. Devrim sonrasında ‘sosyalist insan’ yetiştirme projesinin (kültür devriminin) en etkili araçlarından biri eğitimdir ve ödünsüz kullanılmalıdır. “Özgürlükçüyüz ama salak değiliz!” cümlesi ile “Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler” cümlelerinin ortasından konuşmak gerekirse; sosyalist düzen, siyasal ve toplumsal olarak ‘geri dönüş’ ihtimali oranında ‘kendini koruma önlemleri’ geliştirecek ve uygulayacaktır. Bunun adı “proletaryanın devrimci demokrasisidir”. İsteyen buna ‘devrimci diktatörlük’ diyebilir. Sınıflı toplumlarda her demokrasinin ‘son tahlilde’ bir sınıfın diktatörlüğü olduğunu bilenler için bu fark ‘retoriktir’.

‘Değerler eğitimi’ dışındaki her başlığın belirleyeni yalnızca ve yalnızca bilimdir. Güncel bilimsel gelişmeler tarafından desteklenmeyen bir ‘müfredat’ söz konusu olamaz.

Herhangi bir konuda “Eski düzende de bu vardı, ne değişti ki?” diye yapılan ‘muhalefet’ samimi değildir. Lenin’in demokrasi tanımında olduğu gibi, her iki sistemde de ‘diktatörlük/ sınıf demokrasisi’ vardır. Ama biri bir avuç sömürücü azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki diktatörlüğü/demokrasisi iken diğeri büyük çoğunluğun (ısrarla ayrıcalıklı kalmak isteyen) küçük azınlık üzerindeki diktatörlüğüdür. Birbirinden bu kadar farklı ‘gerçekliklere’ aynı adı vererek, içerik ve amaçlarını görmezden gelerek yapılan değerlendirmeler ‘haklı ve meşru’ kabul edilemez. En azından, ikisinde de varsa ve bir şey değişmiyorsa, eskiyi özlemenin (samimi eleştiri dışında) nasıl bir gerekçesi olabilir?

**Olası itiraz 3: ‘Son tahlilde’ diyalektik ve tarihsel materyalizm başlığı altında ‘ateist’ bir eğitim uygulanması ‘düşünce ve inanç özgürlüğü’ ile ters düşmez mi? 

Yanıt 3: Eğitimin içeriğinin ‘bilimsel’ olması, bilimin gelişmesi için zorunlu olan ‘diyalektik ve tarihsel materyalizm’ yönteminin varlığı doğrudan ‘ateizm’ propagandası sayılamaz. Marks ve Engels ‘ate’dirler. Yani tanrıtanımazlar. Ama (dine doğrudan saldırı anlamında) ateist değildirler!?!? Ateizmin ‘din’ değil, ‘tanrı’ ile ilgili olduğu doğrudur. Ancak din, bilim ve felsefe tarihinde bu iki kavram içiçe geçmiştir. Marks “Biz dine karşı şiddete dayanan önlemlerin anlamsız olduğunu biliyoruz. Bizim görüşümüze göre sosyalizmin güçlenmesi oranında din sessizce kaybolur.”

Engels ise “Ateizmin sadece bir olumsuzlamayı ifade ettiğini ta kırk yıl önce filozoflara biz söyledik. Sadece bir ekle: Ateizm, dinin bir salt olumsuzlanması olarak ve kendini sürekli dinle ilişkilendirerek kendi başına bir hiçtir ve dolayısıyla kendisi de bir dindir.”

Bilimsel gelişmeler ile dinsel anlatımların özgürce karşılaştırılabildiği, insanların ‘güvenlik ve istikrar’ ihtiyaçlarının sağlandığı, günlük yaşam pratikleri içinde (cenaze, yas, anma vb.) dinsel pratiklerin seküler ikamelerinin toplumsallaştığı oranda din sessizce kaybolacaktır. Bu nedenle, dine doğrudan saldırı anlamında ‘ateizmin’ sosyalist müfredat içinde olmasına gerek yoktur.

Felsefi anlamda materyalist olan komünistler tanrıtanımazdırlar (ate). Ancak, bu konularla ilgili toplumsal ve siyasal ilkeleri laikliktir. Laiklik, dinlerin kamusal alanı düzenleme konusundaki etkilerinin sınırlandırılması için verilen dinamik bir mücadeledir. Herkes tarafından paylaşılmayan inançların herkesin yaşamını düzenleme, şekillendirme iddiasının kabul edilmemesidir. Devlet bütün din, mezhep ve inançlardan kendisini ayırmalı ve hepsiyle eşit uzaklıkta durmalı, kamu kaynakları din işleri için kullanılmamalıdır.

İnsanların herhangi bir başlık altında (din, mezhep, farklı toplumsal duyarlılıklar, zevkler, taraftarlıklar…) bir araya gelmeleri ve konusu ‘suç’ oluşturmayan ‘günlük yaşam pratikleri’ sorun olarak tanımlanamaz. ‘Sorun alanı’ bu pratiklerin kamusal alanı düzenleyen kural haline gelmesi, yani ‘herkesi/diğerlerini’ bağlaması talebiyle ortaya çıkar. Bu durumda, talep ‘siyasallaşmıştır’. Başkalarının özgürlük alanına girmeye başlayan talepler, durumlar ve duruşlar ‘toplumsal ve siyasal’ etkileri ile değerlendirilir. İnanç alanından siyaset alanına geçilmiştir.

Bu aşamada iki ‘sorun alanı’ ortaya çıkar:

İlki sosyalist düzeni yıkmaya çalışan, sömürü düzenini ihya etmeyi arzulayan ve bu anlamda siyasallaşmış akımlara karşı ‘sosyalist sistemin kendini koruma hakkı’ ile orantılı, ölçülü ve gerekli hukuki ve siyasi mücadele elbette yapılacaktır.

İkinci olarak; talebi ‘siyasal’ olmayan ama ‘kamusal’ kurallara uymayan hallerde (örneğin, bir Sih’in türbanı nedeniyle kask takamayacağı ama motosiklet kullanmak istediği durumda) ‘kask takma mecburiyeti’ kamusal kural olarak önceliklidir ve Sih motor kullanma hakkından feragat etmiş sayılır.

Benzer şekilde, görevleri ve konumları nedeniyle, kendilerinden ve inançlarından bile bağımsız ve tarafsız olması gereken meslekler vardır. Örneğin, pedagojik olarak çocukların kolay etkilendikleri yaşlarda ‘aşılama uygulaması’ olabilecek hallerde eğiticilerin, yargının bağımsız ve tarafsızlığına kuşku düşüreceği için hakimlerin, ‘kamusal zoru’ kullanma tekeline sahip kolluk kuvvetlerinin bağımsız ve tarafsızlıkları kuşkudan uzak olmalıdır.

Kamusal alan yalnızca mekan anlamına gelmez; aynı zamanda ilişki ve süreçleri de kapsar. Muhatapları üzerinde etkili kararları ile ‘kamusal’ sonuçlar doğuran meslekler, bağımsız ve tarafsızlık niteliklerine zarar veren her türlü görünüm, simge ve mesajdan uzak durmalıdırlar. Kendilerini bağlayan kamusal kuralları uygularken, yorumlarken, kanaat ve karar oluştururken ‘kamusal değerlerden’ ayrı bir değerler sistemine bağlı olmadıklarını göstermelidirler. Bu durumda da ‘farklı’ inançlarını görünür kılmak hakkı ile bahse konu mesleklerin bağımsızlık ve tarafsızlık niteliklerini koruma zorunluluğu çatışmasında, kamusal kural önceliklidir ve ilgili kişi bu mesleklerden vazgeçmiş sayılır.

8. Şimdi okullu olduk…

*Bütün düzeylerde eşit, parasız, nitelikli, ulaşılabilir ve anadilde eğitim kamunun sorumluluğunda olmalıdır.

*Eğitim işkolunun tüm bileşenleri (yönetici, öğretmen, öğrenci, veli, hizmet işçileri) eğitim politikasının oluşturulmasında söz sahibi olmalıdır.

            *Eğitim ‘iş içinde eğitim/politeknik eğitim’ ilkesine uygun olarak örgütlenmeli ve eğitim çağındaki (en az 12 yıllık zorunlu kesintisiz eğitim olmalı) hiçbir çocuğun eğitim süreci dışındaki işlerde çalışmasına izin verilmemelidir.

            *Örneğin; 20 kişiyi aşmayan sınıflarda eğitim yapılacak şekilde okullaşma mutlaka tamamlanmalıdır. Yeterli büyüklükte, sağlıklı, eğitim materyalleri açısından tam donanımlı sınıflarda okuma hakkı ‘çocuğun yüksek yararı’ kapsamında tam öncelikli bir konu olarak değerlendirilmeli ve kaynakların tahsisinde ön sırada olmalıdır.

            *Okul, çocuğun yalnızca ‘geleceğe’ hazırlandığı bir yer değil, bu günü de yaşadığı bir yer (ve zaman) olarak kabul edilmelidir. Yaşına uygun olarak çocukluğunu yaşayabileceği bahçe, oyun alanı, spor alanları, yemekhane, sanat ve kültür atölyeleri, sinema vb. olanakları eksiksiz sağlanmalıdır. Bu olanaklar ders ve eğitim zamanları dışında da çocukların kullanımına açık olmalıdır.

            *Üç-beş ilkokulun bulunduğu bölgede en az bir ortaokul, üç-beş ortaokul için en az bir lise dengesi sağlanmalı ve tüm çocukların ‘kendi’ yaşam alanlarında, yerellerinde eğitim alması mümkün olmalıdır.

            *Kesintisiz ve zorunlu eğitimin süresi dikkate alınarak, müfredat içeriği ‘hafifletilmeli’, zorunlu eğitim kapsamında (pedagojik olarak uygun ‘klasik’ fen ve sosyal bilimler eğitiminin yanı sıra) evrenin ve dünyanın oluşumu, canlının ve insanın evrimi, toplumların sosyoekonomik tarihi, temel bilimlere ilişkin ‘genel kültür’ niteliğinde bilgiler içeren belgeseller (örneğin David Attenborough’un BBC, Çağrı Mert Bakırcı’nın Evrim Ağacı belgeselleri gibi) izleyerek tartışma atölyeleri, forum ve sunum etkinliklerine ağırlık verilmelidir.

*İnsan, kadın, çocuk, hayvan hakları; çevre bilinci, çok kültürlü yaşam bilgisi, cinsiyet özgürlüğü ve eşitliği; nezaket, görgü, ahlak kuralları konularında oyun ve tiyatroyu birlikte kullanan ‘drama’ içerikli eğitim verilmelidir. Böylece çocukların duygularını dışa vurması, deneyim kazanması, eğlenmesi, dinlenmesi ve problem çözmesini sağlayan dolaysız bir iletişim ve etkileşim sağlanmalıdır.

*Zeka geliştirici oyunlar (kutu oyunlarından satranca), spor (bireysel ve takım sporları), kolektif üretim yeteneği (teknoloji, tasarım, el sanatları atölyeleri), sosyal sorumluluk ve inisiyatif sahibi olma (sosyal ve kültürel kulüpler), eleştiri-özeleştiri yapabilme (Köy Enstitülerindeki ‘Cuma toplantıları’ gibi idareci, öğretmen, öğrenci ve çalışanların katılımıyla ‘genel değerlendirme’ toplantıları), sanatsal ve estetik bakış açısını içselleştirme (sanat kulüpleri, orkestra, her düzeyde konser, gösteri ve sergi olanakları) gibi ‘kişisel yetenekleri’ ortaya çıkartacak ve geliştirecek imkanlar mutlaka sunulmalıdır. Bu imkanların bulunmadığı yerlerdeki çocukların, bu imkanlara ulaşmasını (ulaşım, kamp, gezici kurslar, dönüşümlü kullanım vb.) sağlamak ‘kamusal’ bir yükümlülük olmalıdır.

*Laik eğitimin hiçbir aşamasında (lisans ve üstü ilahiyat/teoloji eğitimi hariç) zorunlu veya seçmeli din eğitimi verilmemelidir. Eleştirel olmayan din eğitimi ve öğretimi kamusal sorumluluk alanında olmamalıdır. Pedagojik olarak belirlenen bir yaş sınırının üstündeki çocuklar için (zorunlu örgün eğitim saatleri, günleri dışında) kamusal kaynaklar dışında ‘sivil’ kaynaklar ile isteğe bağlı ‘din eğitimi’ verilebilmelidir.

*Nitelikli ve yetkin bir yaşam için üniversite okumayı zorunlu sayan ‘kariyerist ve seçkinci’ anlayış abartılmamalıdır. Mesleki yeterlik ve özel eğitim gerektiren alanlarda ‘yükseköğrenim’ ihtiyacı kaçınılmazdır. Ancak, bu meslekleri ‘yapma’ ruhsatı veren tahsilin hayata, çevresine, bilime, sanata, insana duyarlı bir yaşamın garantisi sayılamayacağı kabul edilmelidir. Üniversite öncesi eğitimin de bu açılarından ‘tatminkar’ bir hayatı mümkün kıldığı bir dünyada, üniversite mezunu olmanın ‘nitelikli’ bir insan olmak konusunda hiyerarşi oluşturmayacağı, mesleki yönden ‘yeterlik’ ölçütü olacağı açıktır.

*İdari ve mali yönden ‘özerk’ iyi bir üniversitenin katkısı tartışılmaz olmakla birlikte, hayattan kopmayan (politeknik) bir üniversite eğitiminin yanı sıra üniversitenin içinde bulunduğu ‘toplumsal ortamın’ da katkısı yadsınamaz. Üniversite, bir şehri kalkındırmak, genç nüfusu bir süre daha ‘oyalamak’, tahsil istatistiklerini şişirmek, kifayetsiz yandaşlara iş olanağı yaratmak gibi nedenlerle kurulmamalıdır. Üniversiter hayatı yeterince destekleyecek ‘sosyal, kültürel, ekonomik’ gelişmeye sahip bölgelerde, üniversite adına layık öğretim kadrosu olan, öğrencilerin yeterince sosyalleşebildikleri, zamanlarını yollarda heba etmedikleri bir kampüsü olan, uluslararası işbirliğine açık, her türlü bilgiye ulaşım olanaklarını eksiksiz sunan, tüm bileşenlerinin (öğrenci, öğretmen, idareci, çalışan) barınma, beslenme, eğlence, spor gibi ihtiyaçlarını gözeten bir yapıya sahip olmalıdır.

**Bir kez daha; önerilenlerin hangisi insanın ‘fıtratına’ aykırıdır? Bu imkanların ve yöntemlerin daha azına ya da çoğuna ‘müstehaklık’ gerekli mi? İmkansız, uygulanamaz, işe yaramaz denebilecek nitelikte öneri var mı?

**Olası itiraz 1: Anadilde eğitim, bu kadar azınlığı olan bir toplumda uygulanabilir mi? İngilizce bilmeyenlerin dezavantajlı sayıldığı bir dünyada ‘bilimsel ve edebi’ yönden zayıf kalmış dillerle eğitim alanlar da dezavantajlı olmayacak mı?

Yanıt 1: ‘Azınlık’ sözcüğü, sayısal olarak az anlamında kullanıldığında makul sayılabilir. Ama haklar, itibar, saygı, eşitlik, adalet konularında ‘azlık’ olarak düşünülemez. Hak ve görev kavramları farklıdır. ‘Haklarımız’ kullanmak istediğimizde kullanabileceğimiz, kullanma imkanları açık olan kazanımlarımızdır. Ülkemizde eğitim dili Türkçedir. Ama İngilizce (Fransızca, Almanca…) eğitim veren kurumlar da var. Türkçe eğitim bir hak, ama İngilizce eğitim tercihe açık bir imkan. İngilizce, evrensel olarak daha avantajlı olduğu için Türkçe eğitime gerek yok diyebilir miyiz? Avantaj/dezavantaj ikilemi muhatapları tarafından ‘tercih’ aşamasında kullanılabilir, ama ‘zorlamaya’ gerekçe olamaz!

Enternasyonalist devrimcilerin ‘Esperanto’ ruhunu savunması, ‘Babil Kulesi’ efsanesindeki tuzağa düşmemek gerektiği söylenebilir. Ancak evrimsel gelişim sürecinde (paleontoloji ve antropoloji tarafından) sekiz yüz bin yıla uzanan bir geçmişte oluştuğu tahmin edilen konuşma yetimiz ve anadilimizin varoluşumuz üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, (‘gerçek hayatta ihtiyaç kalmadığı oranda sönümlenmesi’ beklentisi dışında) doğrudan müdahale asimilasyondur ve kültürel soykırım olarak insanlık suçudur.

Yerel ve bölgesel düzeyde kamusal hizmetlerde farklı dillerin kullanılması, otantik yer adlarının ihyası, her düzeyde eğitimin dilinin belirlenmesi gibi konularda (gerekirse referandum yapılarak) yerel ve bölgesel meclislerin kararları doğrultusunda davranılmalıdır. Yerel, yerinden ve doğrudan demokrasinin anlamı budur. Yetki alanı içindeki yerelin ihtiyaçlarını, imkanlarını, özgünlüklerini ‘ilk elden’ değerlendirmek ve ‘somut koşulların nesnel tahlili’ sonucunda ‘kendi’ hayatlarına karar vermek.

Bu nedenle, tek dilde veya çift/çok dilli eğitimin pedagojik sonuçları, eğiticilerin eğitilmesi; akademik, filolojik, edebi, bilimsel altyapının yeterliliğini değerlendirerek ‘anadilde eğitim hakkının’ kullanılması yerelin işi olmalıdır. Özetle; ‘ana dilde eğitim hakkı’ merkezi düzeyde (anayasal olarak) tanınmalı, bu hakkın kullanımına karar vermek ‘görevi’ de yerel meclislerde olmalıdır.

            **Olası itiraz 2: Eğitimi ‘iş içinde eğitim/politeknik eğitim’ ilkesine uygun olarak örgütlemek ama eğitim çağındaki hiçbir çocuğun çalışmasına izin vermemek çelişik değil mi?

Yanıt 2: Kastedilen, çocuğun ‘eğitim süreci dışındaki işlerde’ çalışmaması, çocukluğunu ve gençliğini yaşamasıdır. Mülkiyet yapısının değişmesi, üretimin toplumsallaşması, planlanması, bilimin üretken ve yaratıcı potansiyelinin engelsiz gerçekleşmesi, teknolojik gelişmeler, yapay zeka, robotlar, tüketim alışkanlıklarının ‘normalleşmesi’ gibi nedenlerle istihdam ve iş gücü ihtiyacı da değişecektir.

Sonuç olarak, zorunlu eğitimin (12-15 yıl) dışında, isteğe ve başarıya bağlı olarak eğitimin süresi uzayabilecektir. Ortalama ömrün sürekli artmasının yanı sıra bir an önce istihdama katma, kız çocuklarının eğitimden erken ayrılması, okulsuzluk gibi nedenlerle ‘kısa sürede çok bilgi aktarma’ baskısı da olmayacağından, özgür, yeri geldiğinde gündemsiz ve müfredatsız, oyunlaştırılmış; modelleme, simülasyon, deney olanakları ile desteklenen; ilgi ve merak motivasyonlu bir eğitim süreci örgütlenebilecektir.

İş içinde/politeknik eğitim; pratik içinde yaparak öğrenmeyi sağlayan en etkili ve sağlıklı yöntemdir. ‘Bu öğrendiklerimiz ne işe yarayacak?’ sorusu en baştan yanıtlanmış olur ve teori-pratik birlikteliği (praksis) sağlanarak bilginin ‘gerçekliği’ sınanır. Bildiğini yapmamanın ya da yaptığını bilmemenin getirdiği ‘yabancılaşma’ duygusu aşılarak kişinin ‘kendini gerçekleştirmesi’ yolunda sahici adımlar atılmış olur. Ayrıca, yapmanın ve üretmenin sevinci; işe yaramanın gururu da elle tutulur hale gelir.

Bunların yanı sıra, kişinin eğilim ve yeteneklerinin açığa çıkması, iş ve meslek seçimi konusunda ‘görünür ve güvenilir’ sonuçlar elde edilmesi, ihtiyaç sahiplerinin sorunlarını çözen iş ve üretim aracılığı ile toplumsal aidiyetin güçlenmesi de ‘yeni’ insanın oluşmasının ‘eğitsel’ yollarıdır.

**Olası itiraz 3: Bu eğitim sisteminde sınav, yarışma, rekabet, başarısızlık vb. olmayacak mı?

Yanıt 3: Özgürlük zorunluluğun bilincine varmaktır! Diyalektik, öznel ve nesnelin birlikteliğini, özdeşliğini, içiçeliğini anlatır. Arzularımız, isteklerimiz, hedeflerimiz diye başladığımız her cümlenin devamında kaynaklarımız ve imkanlarımız gündeme gelir.

Planlı ekonominin bir boyutu da ‘istihdamın’ planlanmasıdır. Öncelikle toplumun ihtiyaçları doğrultusunda üretimin, nitelikli işgücü ihtiyacının belirlenmesi gerekir. İstihdamı belirleyen nüfus, yaş grupları, yerleşim birimlerinin büyüklüğü, sabit ve esnek üretim ihtiyacı gibi konuların yanı sıra mesleki eğitim, özel eğitim gerektiren meslekler için yükseköğretim konularında da planlama gerekir. Bunun anlamı da her isteyenin her istediği işte çalışamayacağıdır. Çalışmak isteyen herkese istihdam garantisi zorunludur. Kısıtlama, iş güvencesi konusunda değil, ‘istediği’ yerde ve işte çalışma ile ilgilidir.

Eğitim, gerçekten uzmanlık isteyen ‘derin’ bir konudur. Yine de bir hadsizlik yapıp kuyuya taşı atalım!

Eğitimin bir boyutu, toplum olarak birlikte yaşamayı mümkün kılan ‘zorunlu ve asgari’ eğitimdir. Politeknik niteliği sayesinde, özel eğitim gerektiren meslekler dışındaki (bilgisayar, yapay zeka ve robotlar tarafından çok kolaylaştırılmış olan) her işte yeterli olacak bir bireyi garanti eder. Genel olarak, çocuğun ‘yeterli’ olduğunun tespiti ya da öğrenme güçlüğü çeken, mental açıdan sorunlu ‘özel gereksinimli’ çocukların belirlenmesi ile yetinilebilir. Hizmet sektörü, büro işleri, uzmanlık gerektirmeyen üretim alanları, ulaşım, iletişim ve tüm emek yoğunluklu işler için ‘yeterli’ olduğu düşünülen eğitimin sonuçlarının, sınavlar aracılığı ile kendi içinde sıralanması gereksiz sayılabilir. Eğiticiler tarafından sürekli gözlemler ve iş içinde eğitim sırasındaki ‘sayılabilir’ üretimlerden oluşan günlük kayıtlar kullanılarak ulaşılan ‘genel olarak yeterlilik’ tespiti ile yetinilebilir.

Bu düzeydeki işlerin dağıtımında ‘genel olarak yeterli’ bireylerin isteği, iş konusundaki aciliyet, konuta yakın işyeri gibi özelliklere göre karar verilebilir (Bu bağlamda; yerel, bölgesel ve merkezi anlamda koordine edilmiş bir ‘İstihdam Ofisi’ gerekiyor).

Eğitimin diğer boyutu ise eğilim, yönelim, ilgi, merak, yetenek, kapasite ile ilgili olan ‘kişisel gelişim’ boyutudur. Bu düzeyde düşünülmesi gereken iki aşamadan söz edilebilir.

-Mesleki eğitim ve sertifikasyon programları gerektiren meslekler (profesyonel sanatçı, tekniker, teknisyen…),

-Tıp, hukuk, mühendislik, öğretmenlik gibi özel eğitim gerektiren meslekler,

Bu meslekler için, zorunlu eğitim döneminde ortaya çıkan yetenek ve kapasiteyi puanlayan skalalar oluşturulabilir. Meslek konusundaki yönlendirmeyi de mümkün kılacak bu belirleme için sınav, yarışma, rekabet ve başarı kriterlerini de kullanan bir sisteme gerek olabilir. Bu meslekler herkes tarafından yapılamayacağına göre, ihtiyaç ve yeterlilik açısından oluşan kotalara göre işleyen bir ‘değerlendirme ve eleme’ sistemi kullanılabilir.

**Olası itiraz 4: ‘Butik’ ilkokullar ve ayrı ortaokul ve liseler yerine ‘eğitim kampüsü’ içinde toplanmış okullar daha iyi olmaz mı?

Yanıt 4: Sosyalist ‘kentleşme’, sorunların çözümünde ‘temel’ oluşturan çok önemli bir kavramdır. Altyapının üstyapıyı belirlemesi gibi, kentleşme de yeni insanın ve düzenin oluşturulmasında ‘kilit’ bir rol oynar. Sosyalist kentler, toplumsal hizmetlerin yaygınlaştırıldığı, kullanım yoğunluğu dikkate alınarak basamaklandırıldığı, ev işlerini toplumsallaştıran, kır-kent/büyük-küçük kent çelişkilerini sonlandıran, ekolojik dengeyi koruyan bir mantıkla oluşturulur.

(Örneğin Sovyetler Birliğinde) Kentler nüfus ve kamu hizmetlerine göre dört basamaktan (yerleşkeden) oluşur. İlk basamakta (mahalle diyelim) konutların yanı sıra çocuk yuvaları, ilk derece okullar, parklar, otoparklar, çamaşırhane, yemekhane, günlük ihtiyaçlar için dükkanlar bulunur. Bu ölçekte (mahallelerde) günlük yaşamda çok sık ihtiyaç duyulan hizmetlere kolay ve çabuk ulaşım gözetilerek, kentin ulaşım ve trafik yükü hafifletilir ve zaman kaybı önlenir. Kendi başına okula gidemeyecek yaş grubunun okulları bu basamakta açılmalıdır. Ayrıca, erken gelişme dönemlerinde, daha büyük çocukların ‘olumsuz’ etkilerinden uzak tutmak ve çocukluklarını özgürce yaşamalarını sağlamak için ‘butik’ ilköğretim yaygınlaşmalıdır.

İkinci basamak (semt diyelim) ve üçüncü basamakta (bölge diyelim) öncekilere ek olarak alışveriş merkezleri, poliklinik, kültür ve eğlence alanları bulunur. Yolculuk yapmayı gerektirdiği ve ‘gençliklerini’ yaşamayı mümkün kıldığı için ortaokul ve liseler bu basamakta düşünülebilir.

Dördüncü basamakta (merkez) idari binalar, kültür ve eğlence yerleri, sağlık merkezleri, terminaller, yükseköğretim kurumları yer alır.

Başlangıç dönemlerinde aile ve mahalleye yakınlık önemliyken, süreç içinde kültür ve eğlence merkezlerine yakınlaşmak ‘sağlıklı ve keyifli’ bir büyümenin, özgür ve özerk bir kişilik geliştirmenin anahtarı olabilir.

**Olası itiraz 5: ‘Sivil din eğitimi’ neden gerekli? Kamusal otorite dışında verilen din eğitimi denetimsizlik yaratmaz mı?

Yanıt 5: Dine doğrudan saldırmayı yanlış bulan, ilke olarak laikliği benimseyen bir yaklaşım, kamusal kaynakların dışında ‘din eğitimine’ de karşı çıkamaz. Dinler tarihsel olarak şekillenen inanç, ibadet ve uygulamalardan oluşur. Günlük hayat içinde ibadet ve inancın ortaklaşması; ölüm, cenaze, yas, anma vb. ritüellerin uygulamacılarını (din adamlarını-sanırım din kadınlarını da içeren ‘din insanları’ kavramını kullanamıyoruz!) yetiştirmek için ‘dini eğitim’ gereklidir.

Dinsel ritüellerin ve ibadetlerin sürdürülmesi için gereken din görevlisi yetiştirme, istihdam etme, ibadethanelerin yapımı, bakımı, işletmesi (tüm konutlara uygulanan elektrik, su vb. muafiyetleri ibadethanelere de tanımak kaydıyla) sorumluluğu da ‘sivil’ yöntemlerle çözülmelidir (Bu önerinin uygulanabilir olduğunun kanıtı; başta Aleviler olmak üzere tüm azınlık inanç gruplarının yüzyıllardır tüm bu faaliyetleri devletin hiçbir katkısı olmaksızın kendi ‘sivil’ çabaları ve kaynakları ile sürdürmeleridir).

‘Dini kontrol etmek için kamusal otorite altına almak’ fikri laikliğe aykırıdır. Cumhuriyet döneminde uygulanan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile dini kontrol çabası, laikliğe aykırı bulunduğu için eleştirilmiş ve sakıncaları yaşanarak görülmüştür. Yapılması gereken dini kamusallaştırmak değil, denetimi kamusallaştırmaktır.

9. Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine=>ihtiyacına göre…

*Çalışmak isteyen herkesin iş bulduğu bir çalışma yaşamı mutlaka kurulmalıdır. İş arayıp da bulamayan hiç kimse ‘çalışmamanın’ dezavantajlarına maruz kalmamalıdır. Çalışamayacak durumda olanların (engelli, yaşlı, emekli…) her türlü sosyal güvencesi sağlanmalıdır.

*Bunun için öncelikle tüm toplum kesimlerinin aktif katılımı ile demokratik bir biçimde kolektif temelde yerel ve merkezi plan hazırlanmalıdır.

*Hazırlanacak planın ‘gerçek ihtiyaçlar ve imkanlar’ temelinde oluşturulmasının ilk koşulu da üreten-yöneten ayrımının aşılmasını sağlayacak özyönetimci örgütlenmeyi yalnızca üretim yerlerinde değil tüm çalışma ve yaşam alanlarında etkin kılan bir anlayıştır.

*Yanı sıra açık, şeffaf ve hesap verebilir bir üretim ortamının oluşması için demokratik ve katılımcı bir muhasebe, denetim, kalite kontrolü, maliyet analizi sistemleri oluşturulmalıdır.

*Bütün bunların ‘kurumsal’ garantisi ise işyeri komite ve konseyleridir. İşyerinin tüm çalışanlarının doğal üyesi olduğu; ilgili işkolu sendikasının, meslek kuruluşlarının, yerel meclislerin de (gözlemci ya da belirli oranda oy hakkına sahip olarak) katıldığı komitelerin (işyerini ilgilendiren her konuda) karar ve denetim yetkileri tartışmasız olmalıdır.  

*İşyerinin (idari ve mesleki) tüm yönetim kademeleri seçimle oluşturulmalı, seçilenler seçenler tarafından geri çağırılabilmeli (görevden alınabilmeli), merkezi olarak belirlenen ‘genel’ politikalarla, planlarla uyumu gözeten ‘özyönetimci’ bir anlayış egemen olmalıdır.

*Sosyalist ekonomide toplumsal üretimin tümü üzerinden “toplumun kolektif gereksinimleri” için gereken miktar (toplumsal fon) ve işyerinin yatırım ve işletme giderleri ayrıldıktan sonra kalan miktar, çalışanların ücret havuzunu oluşturur. Toplumsal fon (bu günkü kavramlarla, verginin toplumsallaşması yoluyla bütçenin oluşturulması diye düşünülebilir) merkeze aktarılır ve ‘genel toplumsal ihtiyaçlar’ için kullanılır.

*İşyerinin kullanımına tahsis edilen miktar da (yukarıda belirtilen demokratik işleyiş sonucunda) işyerinde;

-Çalışma sürelerini, el emeğini ve yabancılaşmayı azaltan teknolojik yenileştirmeler,

-‘İnsan onuruna yaraşır’ çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliğini sağlayan önlemler,

-Çalışanların dinlenme, kültür, sanat, spor… olanaklarının genişletilmesi,

-Emek, zaman ve enerji israfına karşı iyileştirici önlemler,

-Çalışanların özgüvenini, yetki ve inisiyatif kullanma iradelerini artıran; yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği içinde çalışma motivasyonu oluşturan maddi ve ‘manevi’ teşvik sistemleri,

-Lojman, servis, yemek, gıda ve giyim yardımı, kreş, sosyal tesis ve yaz kampı; işyerinin dekorasyonu, peyzajı, havalandırması, ısıtması, soğutması, otoparkı gibi çalışanların yaşam koşullarını doğrudan iyileştirecek işler,

-Çalışanlar arasında görev, yetki, makam, unvan, tahsil gibi nedenlerle mobbing (bezdiri), kötü muamele, aşağılama benzeri tüm olumsuz tutum ve davranışları ödünsüz olarak sonlandıran uygulamalar için kullanılacaktır.

*Çalışanların ücretleri ise; yapılan işin stratejik önemi, zorluk derecesi, özel eğitim/sertifikasyon gerektirmesi, mesaisinin belirsizliği, el emeği/kafa emeği yoğunluğu gibi özellikleri gözeten bir ücret politikası ile belirlenecektir.

*Kapitalist bir düzenin işçisiyle sosyalist düzendeki işçiyi ayıran en büyük fark, doğrudan ücret ödemelerinin dışında sağlanan güvencelerdir. Eğitim, barınma, sağlık, tatil, kültür gibi haklara ücretsiz ya da sembolik ücretlerle ulaşılması; lojman, servis, yemek, kreş gibi hizmetlerin de ücret belirlenirken dikkate alınması gerekir.

*Bu bağlamda, ücret düzeyleri arasında (örneğin 1’e 5 oranı gibi) hiçbir koşulda aşılmaması gereken sınırlar olması, ücret dışındaki maddi teşviklerin de (dayanışmacı, paylaşımcı, kolektif) sosyalist kültürü aşındırmayacak oranlarda kullanılmasına dikkat edilmelidir.

**Olası itiraz 1: İş ve çalışma güvencesi varken insanların çalışmaya zorlanması nasıl mümkün olur? Çalışmayanlara nasıl yaptırım uygulanabilir?

Yanıt 1: Engels, altyapı-üstyapı sorunsalını açıklarken “İnsanların egemenlik için mücadeleye başlamadan, politika, din, felsefeyle uğraşabilmelerinden önce yemek, içmek, barınmak, giyinmek yani çalışmak zorunda olması” hakikatinden söz eder. Bu bağlamda bir kez daha Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk iki basamağına dönersek:

Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) ve güvenlik gereksinimi (beden, iş, kaynak, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği)…

Hastalık ve olağandışı haller dışında, fizyolojik insan ihtiyaçlarının ortalama bir çerçevesi (doğal sınırları) vardır. Sosyal, kültürel, ekonomik niteliklerimiz ne olursa olsun (kendi içimizde ve başkalarıyla) benzer miktarda nefes alırız. Hızlı ya da yavaş, derin ya da normal nefes alışlarımız bizi ‘nefes zengini’ yapmaz. Havası temiz, oksijeni bol bir yerde yaşamak, sağlıklı olmak gibi dışsal etkenler haricinde Sultan Süleyman da olsanız ‘Olmaya bir nefes cihanda…’

Yemek konusunda da ‘miktar’ açısından benzer durumdayız. Sağlıklı, çeşitli, lezzetli vb. kriterleri dışında (Romalılar gibi kusup yeniden sofraya oturmayacaksak) çerçeve bellidir.

Cinsellik konusunda (hiperseksüalite, ilaç takviyesi vb. dışında) benzer nicelikte ‘ihtiyaç ya da kapasiteden’ söz edebiliriz.

Diğerleri için de kullanabileceğimiz bu bakış açısına göre, fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarımızın çerçevesi/doğal sınırları (ihmal edilebilir kişisel farklar dışında) bellidir. Çerçevenin içindeki resim ya tek parça ve ‘bütünlüklü-tamamlanmış-yeterli’ bir görüntüdür ya da birinin eksiğini diğerinin fazlası ile tamamlamaya çalıştığımız bir puzzle’dır.

Bir insan (orgi, poligami…) ne yaparsa yapsın, o anda bir kişiyle sevişir (her zaman kolay değil sevmeden sevişmek). Eğer partneriniz (ya da sizin algınız ve değerlendirme kriterleriniz) eksikse, tamamlamak için arayışınızı sürdürürsünüz. Kaç partner bulursanız bulun ‘eksik, sığ, iğreti’ parçalarla aynı çerçeveyi doldurmaya, aynı puzzle’ı oluşturmaya çalışıyorsunuzdur. Dört eşli bir erkeğin aslında dört eşi yoktur! Dört ‘çeyrek’ eş ile bütünü yakalamaya çalışmaktadır. Seksist kokan bu örneği dengelemek için: Yedi Kocalı Hürmüz’ün partnerleri de puzzle’ın 1/7 oranında parçalarıdırlar. Bu bağlamda, arttırma çabası eksikliktendir, yetersizliktendir, doyumsuzluktandır.

Ağzınızın alacağı lokma büyüklüğü ile midenizin alacağı yemek toplamı bellidir. İster yer sofrasında isterse antika masada şamdan ışığında Çin porseleninde yiyin, aynı çerçeveyi doldurursunuz. Aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yemek gibi aşırıya kaçan ve sürdürülebilir olmayan (borderline) kişilik bozuklukları konumuz dışındadır.

Sonuçta, bu ihtiyaçları karşılama oranını ‘nicel olarak’ artırma şansı çok kısıtlıdır. Bu konuda çok ciddi ve derin ‘yoksunluk ve yoksulluk’ yaşanabilir ve yaşanmaktadır, ama bu konudaki zenginliğin sınırları vardır. İstediğiniz kadar zengin olun; id düzeyindeki ilk(s)el ihtiyaçlarımız konusunda ‘azalan verim kanunu’ işler.

‘Kullanım değerinin’ zenginlik göstergesi olmaktan çıktığı bu aşamadan sonra, zenginliğin göstergesi’ olarak ‘değişim değeri’ tüketimi başlar. Zengin olduğunu gösteren ışıltı, marka, çeşitlilik, farklılık vb. önem kazanır. ‘Bir toplumdaki egemen fikirler, çoğunlukla egemen sınıfların fikirleridir’ cümlesinden anlaşılacağı üzere, var olmak ve görünür olmak için ‘zengin olmak gerekir’ fikri yaygınlaşır (Dünyada hakkında konuşulmaktan daha kötü tek bir şey vardır, hakkında konuşulmamak-O.Wilde).

Bu aşamada, Maslow’un piramidinde yukarı tırmanmaya başlarız. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel mahremiyet), saygınlık gereksinimi (özsaygı, özgüven, başarı, başkalarına saygı duymak, başkaları tarafından saygı duyulmak), kendini gerçekleştirmek (erdemli, yaratıcı, içten, problem çözücü, önyargısız ve hakikatleri kabul eder olmak)… Bu değerlerin de meta haline geldiği ve parayla ‘satın alınabildiği’ bir dünyada, herkesin ve her an para peşinde koşması anlaşılabilir. ‘Kendi hayatı’ ve boş zaman geçirme kültürü olmayan; eşit ve eşdeğer ilişkiler kurup bizzat kendi ‘öz’ yetenekleri ile (bilgi, görgü, yetenek, cazibe, humor…) saygınlık oluşturamayan bireyler para ile daha çok ilgilenirler. Kişisel niteliklerini geliştirerek sosyal ve entelektüel bir kişiliğe sahip olan insanlar, çoğunlukla ‘kendi yaşam adacıklarındaki’ konforlarına yetecek ‘beyaz yakalı’ işlerle yetinirler.

Bu değerleri içsel ve özsel bir ‘samimiyetle’ sahiplenmek ve gerçekten ‘gerçekleştirmeye’ motive olmak için, parayla alınabilirliklerinin sonlanması gerekir. Sosyalizm, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırarak ve maddi gelirler arasındaki açıyı daraltarak bu imkanı ortaya çıkarır.

Günümüzde emekçilerin mücadelesi sonucunda insan haklarının geldiği aşamada, doğrudan ‘açlıktan’ ölüm (henüz!) görülmemektedir. Derin yoksulluk, yetersiz beslenme, evsizlik, dilencilik vb. görülmekle birlikte, kritik durumlarda yerel ve merkezi kurumlar, sivil toplum örgütleri, sadaka-zekat kültürü devreye girmektedir. Ezcümle, çalışmadan ‘yaşamak’ mümkündür! Ancak, insanların ezici çoğunluğu (fırsatlara ulaşacak imkanları varsa) okumak, meslek sahibi olmak, saygın bir hayat sürmek için çabalamaktalar.

Sosyalizmde; barınma, sağlık vb. hizmetleri her koşulda sağlayan sistem, vatandaşlık geliri (koşullara göre ‘tembellik hakkı’) gibi uygulamalarla da çalışmayanlar için asgari bir yaşamı garanti eder. Bu günün ‘dilencileri’ eşdeğerinde (Tabiki daha iyi koşullarda ama toplumun ‘en altında’) yaşam sürdürmek isteyenler için başka bir yaptırıma gerek yoktur. Yalnızca ‘organik’ yaşamlarını sürdürmekle yetinen insanların, bu günün dünyasındaki gibi suç örgütleri ya da benzerleri tarafından ‘finansmanı’ da mümkün olmayacağından, yaptırım değil ‘şefkat’ gerektiren bir durumda olacakları açıktır.

**Olası itiraz 2: Gelir skalasında 1’e 5 uygulamasının adaletinden nasıl emin olabilirsiniz?

Yanıt 2: Barınma, beslenme, sağlık, eğitim, çocuklarının geleceği konularında ‘kaygısı’ olmayan; iş güvencesine, sosyal güvenliğe, emeklilik ve tatil hakkına sahip bir bireyin ne kadar gelire ihtiyacı vardır? Saydıklarımızın dışında sosyal ilişkilerini geliştirme, eğlence, hobiler, sanat ve kültür harcamaları vb. için (tümünün piyasa mantığı dışında ‘sosyal ve kamusal’ bakışla fiyatlandırıldığı da dikkate alındığında) bir ve beş kat arasındaki fark küçümsenebilir mi?

Örneklerle anlamaya çalışalım:

Barınma konusunda; Sosyalist sistemde tüm toprakların kamu mülkiyetine geçmesi, merkezi planlama ile kaynakların rasyonel kullanımı; kar, spekülasyon ve lüks konut baskısı olmaksızın üretim yapma olanağı gibi nedenlerle ‘nitelikli’ konut ihtiyacının yeterince karşılanacağı açıktır. Ancak, üretim araçları dışında kişisel mülkiyet mümkün olduğuna göre, (toprak-arsa mülkiyeti dışında) konut sahibi olunabilecektir (Kullanılan konut dışında sahipliğe izin verilmemesi, ağır biçimde vergilendirilmesi ya da mirasa konu edilmeden kamulaştırılması gibi tartışmalar da yapılabilir).

Büyük, tarihi ve lüks binalar (villa, yalı, köşk, rezidans vb.) kamusal amaçlara (idare merkezi, konukevi, kreş, yaşlılar evi, sağlık merkezi, sanat kültür merkezi…) tahsis edileceğinden barınma konusunda (lüks tüketim için) ek kaynak ayırmak gereksizleşecektir. Kamu konutlarının tahsisinde; konutu kullanacak birey sayısı, yaşları, engellilik gibi özel durumları, işe ve okula yakınlığı gibi kriterler dikkate alınacağından ‘gerçekten’ ihtiyaca uygun konutlarda oturulacaktır. En fazla, ihtiyaç kriterlerine göre hak edilen konutun dışında (başka veya daha büyük) konut istendiğinde bir ‘fark ödemesinden’ söz edebiliriz.

Konutun yalnızca ‘barınma’ odaklı düşünülemeyeceği, insanın kimliğinin ve kişiliğinin oluştuğu ‘toplumsal mekan’ anlamında mahalle ve komşuluk ilişkileri, aile bireylerinin kuşaklar arasındaki devamlılığı, köklü ve anılarla örülü bir yaşam, aşinalık ve aidiyetin getirdiği güven duygusunu da ‘yeşerten’ özellikleri nedeniyle istek ve ihtiyaç dışında değiştirilmeyeceği de garanti edildiğinde ‘konut’ konusunda harcama ihtiyacı ihmal edilebilir düzeyde olacaktır.

Beslenme konusunda; kır-kent ayrımı yok edilmiş ortak çiftlikler, kooperatifler, birlikte kullanılan makine ve teçhizat parkları; alım ve pazarlama garantisi; ürün çeşitlendirme, ilaçlama, hasat, endüstriyel kullanım konularında merkezi yardım ve planlama; destek ve teşvik programları; bilimsel ve teknolojik yöntemlerin en sağlıklı şekilde kullanıldığı büyük ölçekli ve entegre bir tarım/hayvancılık politikası ile artan üretim sayesinde ‘besin ürünleri’ konusunda sübvansiyon uygulanabilecektir. Ayrıca, işyerlerinde ve toplu yaşam alanlarında yemekhane hizmeti ile ‘asgari düzeyde’ beslenme garanti edildiğinden, beslenme konusunda da ‘ekstra’ harcama ihtiyacı azalacaktır.

Sağlık ve eğitim konusu zaten paraya ‘duyarsız’ şekilde verilecek kamusal hizmetler olacağından, ‘fazla’ gelir kendini geliştirme, sanat, kültür ve eğlence için harcanabilecektir.

Gelir skalası konusunda (Ne yaparsa yapsın, ne üretirse üretsin, insanlığa hangi hizmeti yaparsa yapsın bir insanın değerinin, onurunun, hakkının, ihtiyacının diğerinden binlerce kat fazla olduğu söylenebilir mi? Asgari ücret ‘çalışanların temel ihtiyaçlarını karşılayarak insanca yaşamalarını sağlayacak ücret’ şeklinde tanımlanıyorsa, bunun iki katının ‘fena değil’, 3 katının ‘iyi’, 4 katının ‘harika’, beş katının ‘hadi canım sen de!’ düzeyi olması gerekmez mi? Buna rağmen, neden bazı insanlar “binlerce kez insanca yaşayacak” geliri hak ediyorlar?) demiştik.

Yapılan işin önemi, zorluk derecesi, özel eğitim/sertifikasyon gerektirmesi, mesaisinin belirsizliği, el emeği/kafa emeği yoğunluğu gibi özellikleri gözeten bir ücret politikası ile belirlenen ücret skalasının yanı sıra işyerinin merkeziliği, konforu, evden çalışma ya da ‘icapçı’ olarak çağrıldığında gitmek gibi avantajlar hesaba katılmalıdır.

Zorluk, tehlike, başarı ödülü olarak daha uzun tatil süresi, tatil seçenekleri ve dönemi (yaz, kış, deniz, dağ, sağlık, doğa, yurt dışı vb.) konusunda seçme önceliği, sanat/kültür/spor merkezlerinde öncelik gibi ‘maddi’ olmayan teşvikler de düşünülmelidir.

Velhasıl, toplum olarak yaşamak zorundayız. Bireylerin yetenek, kapasite, katkı vb.’leri ne kadar çok olursa olsun, herkesin ‘diğerlerine’ de muhtaç olduğu, kimsenin diğerini yok saymaya hakkı olmadığı; meslek, makam, ünvan, tahsil gibi niteliklerin yaratacağı ‘farklılıkların’ makul bir ölçüsü olması gerektiği (çöpü toplanmayan doktorun pislikten hasta olacağı, madeni çıkarılmayan bilgisayar mühendisinin işsiz kalacağı…) genel kabul olmalıdır.

**Olası itiraz 3: İnsanları çalışmaya yönelten ‘sosyal baskı’ yaratıcılığı ve inovasyonu da özendirecek mi?

Yanıt 3: İnsanlık tarihini yönlendiren buluşları yapan büyük bilim insanları ve düşünürlerin hiç biri ‘zenginlikleri’ ile bilinen insanlar değildir. Son yıllarda özellikle dijital teknoloji, perakende, tedarik, moda gibi sektörlerde ortaya çıkan süper zenginleri ve Covid aşısını bulan Uğur Şahin gibi asla tekrarlanamayacak şanslarını bir kenara koyarsak, bilimsel buluşların ‘ekmeğini yiyenler’ bilim insanları değil sermaye sahipleridir. Örneğin, Elon Musk’ın twitter için ayırdığı 44 milyar doları kazanmak için, 1453’den bu güne kadar günde ikiyüzbin dolar kazanmış olsaydınız, hala 2,5 milyar dolar kredi bulmanız gerekiyormuş. ‘Çalışırsanız siz de başarırsınız’ diyenlere gelsin!

Bilim insanlarının büyük çoğunluğu, servet kazanmak için bilim yaptıkları için değil, yaptıkları bilimin sonuçları ‘servete’ dönüştüğü için zengin olabilirler. ‘Ben zengin olmalıyım, o yüzden bilim insanı olmalıyım’ diye bir motivasyon bulamazsınız. ‘Ben başarılı bir bilim insanıyım, o halde zengin olmalıyım’ cümlesi mümkündür. Çünkü çevresindeki zenginlerin çoğunun yetersiz ve niteliksiz insanlar olduğunu gören bilim insanı, bunun adaletsiz olduğunu düşünebilir. Ama ‘zenginlik ve servet’ kavramlarının işe yaramadığı bir dünyada ‘Madem zengin olamıyorum, ben de bilim yapmam’ diyen insan, zaten bilim insanı olmamıştır.

Çocuk felci aşısını bulan Jonas Edward Salk, patent alıp almayacağı sorulduğunda ‘Güneşin patentini alabilir misiniz?’ derken, gerçek bir bilim insanının bakış açısını gösteriyordu.

Kapitalizm en ‘parlak’ beyinleri banka, borsa, sigorta, reklam, dijital dünya ve sosyal medyanın ‘çöp’ sektörlerinde heba ediyor.

Bilimin değerini bilen toplumlarda, insanların yaşamını kolaylaştıran bilim insanlarına gösterilen saygının ‘en kıymetli servet’ olduğu zamanlarda, ‘para yoksa bilim de yok’ diyenlere kimsenin kulak vermeyeceği açıktır.

Komünist Manifesto’da “Uzun sözün kısası bizi sizin mülkiyetinize son vermek istemekle suçluyorsunuz. Elbette bizim istediğimiz bu.” denilmektedir. Zaten bir avuç sömürücünün elinde toplanan ve toplumun büyük çoğunluğunu sefalete mahkum eden ‘üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması’ komünizmin ‘kusuru’ değil amacıdır. Bir avuç insanın çok zengin olması için büyük çoğunluğun sefaletini ‘kaçınılmaz’ gören zihniyete dur demek kaçınılmazdır.

Çok zengin olamayacağı için ‘yeteneklerini’ açığa çıkartmaktan kaçınanlardan gelecek ‘hayra’ insanlığın ihtiyacı yok. İnsanlığın yaşadığı küresel sorunlar, yalnızca kar etmeye odaklı ‘bilimin’ yararından çok zararı olabildiğini gösteriyor. İnsanın, toplumun, çevrenin ve tüm gezegenin iyiliği için bilim de mülkiyetin, kârın ve sermayenin egemenliğinden kurtarılmalıdır.

 **Olası itiraz 4: Üretim ve tüketime konu olan hammadde ve ürünlerin sayı ve çeşidi çok arttı. Bu karmaşayı planlamak mümkün mü?

Yanıt 4: Öncelikle ‘karmaşa’ sözcüğünün imlediği ‘sorun alanını’ netleştirelim. Günümüzün bilgisayar, internet, iletişim teknolojileri, neredeyse sınırsız işlem kapasitesi, uydu, sosyal medya vb. imkanlarının ‘karmaşayı sadeleştirme’ yeteneği göz ardı edilmemelidir.

Bilgisayar teknolojisinin gelişkinlik düzeyi, veri toplama ve işleme kolaylığı, modelleme ve simülasyonlarla olası risklerin ve hataların ‘erken teşhisi’ gibi olanaklar yerel, bölgesel ve merkezi planlamayı rasyonel ve rantabl bir yöntem haline getiriyor.  

İkincisi, halihazırdaki ürün karmaşasının çok önemli bir kısmı gerçek ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olmayan ve vazgeçilebilir ürünlerden kaynaklanıyor. Yalnızca ayakta kalmaya ve büyümeye odaklı rekabet, ‘gerçek ve öncelikli’ ihtiyaçlarımız yerine şirketlerin ‘ekonomik’ ihtiyaçlarına göre üretilen ürünleri ‘reklam, medya, moda’ gibi araçlarla yaygınlaştırıyor. Kaynakları heba eden bu uygulamanın ‘demokratik planlama’ ile sadeleştirilmesiyle ‘karmaşa’ çok rahat yönetilebilir bir düzeye gelecektir.

Klasik İktisat kuramında “üretim olanakları eğrisi” diye bir grafik var. Koordinat sisteminin bir yanında tereyağı üretimi, bir yanında tank üretimi grafikleştiriliyor. Kaynakların sabit olduğu varsayımı ile “ürünlerden birinin üretimini artırmanın koşulu, diğerinin üretimini azaltmaktır” deniyor. Yani yaptığımız seçimler “seçime konu etmediğimizi düşündüğümüz alanları” da etkiliyor. Kısıtlı kaynakları bir yere özgülediğimizde, başka alanlarda kaynak ve üretim sıkıntısı yaratıyoruz.

İnsanlığın en temel ihtiyaçları olan beslenme, barınma, eğitim, sağlık, güvenlik, kendini gerçekleştirme konularında ‘tatmin edici’ ilerlemeler sağlanmadan; kamusal kaynakların ve toplumsal müştereklerin ‘marka, model, çeşit’ için harcanması talebi, öncelikle “vicdani ve insani” bir konudur. Kaynakların öncelikle temel ihtiyaçlara ayrılmasına karşı çıkanlar, görece lüks ihtiyaçları için başkalarının temel insani ihtiyaçlarının göz ardı edilmesini açıkça, alenen, bilinçli ve kasten önerdiklerinin farkında olmalıdır.

10. Sonuç…

*Çalışmak için yaşamak yerine ‘yaşamak için çalışanlar’ sanat, kültür, eğlence, boş zaman geçirme, hobilerine zaman ayırma; özetle kendini gerçekleştirme ve ‘arzularını doyurma’ yoluyla hayata anlam katarlar. Kendi ‘değerler sistemine’ göre anlam arayışını göklerde, aşkın güçlerde vb. bulmak mümkündür. Materyalist felsefeyi benimseyenler, kendi anlam dünyalarını ‘tarihsel olarak verili koşullar altında’ kendilerinin oluşturacağını bilirler.

*Yaşadığımız gezegenin içine doğduğumuz çağında, gelmiş geçmiş tüm atalarımızın tarihsel olarak biriktirdiği ‘insanlık kültürünün’ en güncellenmiş versiyonunu ‘sosyalizm’ adı altında yaşamak; id’den süperego’ya giden ‘modernleşme’ yolunda ‘insanlık bayrağını’ bizden sonraki kuşaklara taşırken ‘üretken’ bir toplumsallık ve ‘tatminkar’ bir bireysellik yaşayarak ‘zirvede bırakmak’ olabilecek en anlamlı proje gibi görünüyor.

*Sosyalistler yaşam ağacının yeşilini ‘parlatmak’ ve gökkuşağını bile(!) zenginleştirmekle ‘mükelleftirler’. Marks, komünist toplumda avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmadan ‘sabah avlanmak, öğlen balık tutmak, akşam edebiyat eleştirmenliği yapmak’ olanağından söz ederken,  iş bölümü tuzağını aşarak ‘uzman, profesyonel’ olmadan da her şeyi yapmanın fırsat ve olanağından söz etmektedir.

*Spor, müzik, eğlence, sanat, estetik, hobi, boş zamanı istediğin gibi geçirme fırsatı yaşam EKG’mizin girinti ve çıkıntılarını oluşturuyor. Bu zigzagların olmadığı düz çizgi; tutarlı, ilkeli, ağırbaşlı, vakur bir yaşamı değil ‘ölü’ bir bedeni simgeler. Sosyalist ütopya her rengin ve hareketin içinde özgürce ve kaotik şekilde yer alabileceği, insanların her türlü yeteneğini ve varoluş potansiyelini özgürce gerçekleştirebileceği bir varoluşun ifadesi olmalıdır.  

evremizdeki tüm canlıları (ekolojik dengenin tüm bileşenlerini) ‘varoluş hakkı’ olarak bizimle eşdeğer, en az bizim kadar saygıdeğer ‘yaşam kardeşlerimiz/paydaşlarımız’ olarak kabul etmeliyiz. Hiçbir varlığın varoluş amacı(!) bize (insana) hizmet etmek, yaşamımızı kolaylaştırmak, konforumuzu artırmak değildir. Birbirine muhtaç varlıkların biraradalığının (simbiyotik ilişki) kültürünü oluşturmak, son tahlilde ‘doğanın ve yaşamın dengesi’ diye tanımlanabilecek kırmızı çizgiyi aşmayacak bir yaşam biçiminin egemenliği için uğraşmak gerekir.

*(Yedinci mektupta belirlediğimiz ‘dört kapı kırk makam’ esprisini kullanırsak) İnsani olarak; sevgiye öncelik tanıyan, saygılı, eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı, adil, bilimsel, iyi, umutlu, şefkatli olan,

Toplumsal olarak; ilişkilerinde tamamlayıcı, ortamın hukukuna uyan, rahatsız etmeyen, rahatsızlıktan kaçınan, dünyadan haberdar, temiz, görgülü, çok kültürlü yaşama uyan, pozitif ayrımcı, çevreye duyarlı olan,

Bireysel olarak; alçakgönüllü, cömert, öfke ve istek kontrollü, kin ve nefretten uzak,  sabırlı,  çocukları, hayvanları, bitkileri seven, hoşgörülü, eğlenceli olan,

Cinsel olarak; cinselliğini ‘yerinde’ yaşayan, kamusal alana, alternatif mekanlara, cinsel tercihlere saygılı, bedenine sahip çıkan, çocuk ve rızası olmayana uzak bir varoluşu gerçekleştirmeye çalışan insanların toplumunu kurmak gerekir.

*Memeli hayvanların sürülerinde gözlenen birey sayısının maksimum yüz elli olduğu, insansı ve insan türünün çok uzun süreler 25-50 kişilik kabileler halinde yaşadığını düşünürsek, tarihsel ve toplumsal gelişme çizgimiz içinde ‘sosyalleşme çemberlerimizin’ sayısal sınırları vardır. Ne kadar çok insan tanırsak tanıyalım; yüzyüze, derinlikli, yoğun, etkili ilişkilerimizin sayısı sınırlıdır. Selam verdiğimiz, ayaküstü sohbet ettiğimiz, göz aşinalığımız olan, hayranımız, fan kulüp üyelerimiz, takipçilerimiz ne kadar çok olursa olsun, ‘gerçek, içsel, özsel, özel’ ilişkilerimiz mutluluğun anahtarıdır. Dünyada yaşayan milyarlarca insanla ‘gönül bağı’ kurup dertleriyle dertlenip acılarıyla hüzünlenebiliriz. Ama annemizin, babamızın, sevgilimizin, evladımızın, yoldaşımızın, kardeşimizin, ‘yakın’ arkadaşımızın sevincine ya da acısına ortak oluşumuzun ‘nesnel ve somut’ gerçekliği çok daha ‘dokunaklıdır’! Bu nedenle, birinci kuşak sosyalleşme çemberinde nicelikten çok niteliğe önem veren bir zihniyeti de ihmal etmemeliyiz.

*Ezcümle, ‘mükemmeli’ ararken iyiyi de elimizden kaçırmamıza neden olan ‘eleştiri’ dozunu iyi ayarlayan, ‘suç’ olmayan hata ve kusurları tolere etmenin ‘iyilik’ olduğunu bilen, sömürücülerin düzeninin dertleriyle uğraşmaktansa ‘bizim’ düzenimizin dertleriyle uğraşmanın bile mutluluk kaynağı olduğunu unutmayan bir ‘yolu’ binbir ‘sürek’ ile zenginleştiren bir yaşam ‘yeryüzü cennetinin’ formülü olabilir!

 

 

 

 

 

Bu blogdaki popüler yayınlar

1. MEKTUP ('HER ŞEY' HAKKINDA)

Gezi Direnişi sırasında 13 yaşında olan Elif'in 'her şey' hakkında merakını gidermek ama 'her şey' hakkında gerçekten merak yaratmak amacıyla yazıldı...